Cumartesi, Ağustos 29, 2009

Dönüş...

Tatilin sonuna geldik. Sonunda gezip dolaşıp gene Alaçatı' da geçirdiğimiz son günün sabahında yola çıkmaya 1 saat kalmış. 1 saat içinde özetleyebilecek miyim bilmiyorum. Yetişmezse yolda devam ederim :)

Dönüşler üzücü olur hep ama ben öyle buruk değilim. Belki de 2 hafta süren uzun tatilin yorgunluğundandır :)

İlk durağımız olan Alaçatı' da 7 gün kaldık. 2 sebepten. 1 : Eraycım grip oldu. Denize giremedi, geceleri eğlenemedi, bazen ateşi çıktı :( Yola çıkmayalım bu halde dedik. Bir de zaten Alaçatı çok güzel, yapacak çok şey var, sıkılmıyor insan.


En son gün keşfettiğimiz Çiftlikköy' deki Kum Beach (yeni adıyla Fun Beach, ki bence yeni isim hiç uymamış. Çeşme' nin tüm plajlarından daha sakin daha huzurlu bir yer çünkü) benim şimdiye kadar gördüğüm en güzel denize sahip. Bembeyaz bir kum, buzzz gibi ve tertemiz bir deniz... Hani wallpaper yaparız ya o göz alıcı parlak deniz fotolarını, işte onlardan. Denizin üstüne kurulan çardaklar ise çok iyi fikir ama pahalı... Zaten Çeşme' nin en kötü tarafı pahalı olması. Şaka diil Bodrum veya Marmaris' in 2 katı kadar filan pahalı. Tüm paramızı yedi burası :)


7 gün sonunda Eray biraz daha iyi olunca yola çıktık Göcek' e doğru. Akşam vardık ve Zeynep' le Necla' yı karşıladık. İyi ki buluşmuşuz. Çoooooooooook güzel vakit geçirdik birlikte. Sanırım dünyanın en iyi arkadaşları onlar. Tarif edemem ne kadar sevdiğimi. Gösteremiyorum da zaten... Yetmiyor ne yapsam sevgimi anlatmaya. Bu konu ayrı bir post konusu olur şimdi hiç girmeyeyim ama iyi ki varlar, iyi ki birlikte tatil yapmışız. Keşke onların sevdikleri de yanlarında olsaydı tatilde... Zeynebimin gözleri dolmasaydı keşke zaman zaman. Ama o da olacak birlikte de gidicez ;)
Neyse Göcek' e gelme sebebimiz tabi ki tekne turuydu. Biz biraz daha ileri gidip özel tekne kiraladık. İyi ki de yapmışız çünkü hem diğer tekne turlarının girmesinin yasak olduğu koyları görebildik hem de diğer teknelerde 10 km uzaktan duyulabilecek kadar gürültülü, bir sıfat bulup tarif edemediğim müzikler yerine benim yol için hazırladığım müzikleri dinleyebildik. Kimse ile muhatap olmak zorunda kalmadan bizbize istediğimiz gibi takıldık o muhteşem koylarda. Tatilin en keyifli anlarından biri oldu tekne turumuz. Deniz ve doğa gerçekten güzel. Ancak deniz dibi için aynı şeyi diyemeyeceğim çünkü dipte hiçbirşey yok. Renk yok bir kere. Nedenini merak ediyorum ayrıca araştıracağım. O küçümsediğimiz Bodrum' un denizi bile rengarenk iken bu güzel koylardaki denizin dibi bomboş... Ha bu arada Cem Uzan' ın adasını Zorlu almış bu sene. Artık hiç mi hiç yanaşılamıyor. Günde 8 tanker su taşınıyor adaya. Bitkiler özel getiriliyormuş filan. E madem öyle neden mevcut bir ada aldınız yahu? Bırakın adalar olduğu gibi kalsın siz gidin yeni bir ada yapın madem... Marmara' ya yapmayı planladığınız gibi... Peh peh peh....
İşte Göcek' in en önemli özelliği de yatçıların mekanı olduğu için böyle kodamanların olması :) Monik-Ceri Benardate ile yemek yedik misal ;)
Bir vilallar serisi gördük sahilde sormadan edemedik. Garsona sorduk ama meğersem sahibi yan masamızdaymış. Bir bayan. Ajda Pekkan kıvamında. 270 bin euro' dan 1.6 milyon euro' ya kadar çeşitli villalar varmış. Türk de yabancı da alıcısı varmış.

Port Göcek ise zaten Avrupa' daki en güzel marinalardan biri. Ekolojik bir marina. İçeri langır lungur giremiyosun zaten.
Onun dışında nerede yersen ye yemekler çok güzel. Son gece denizin kenarında yediğimiz ahtapot ve laos muhteşemdi.
Sonuçta sakin temiz ve güzel bir yer Göcek... Ayrı dünyanın insanlarının sahip olduğu...

Oradaki işimizi bitirip ertesi gün hemen Bozburun' a doğru yola çıktık. Hiçbirimiz görmemiştik daha önce. Necla' ya tavsiye edilmiş, bana tavsiye edildi. Ekşi’ deki yorumlar halliceydi filan derken gidelim dedik. Yolda Marmaris' e uğradık. Orada annemler bir arkadaşlarına uğramışlardı. Hem tatil hem ziyaret amaçlı. Zerrin Teyze Marmaris' in yerlisi. Rotamızı anlatınca (Bozburun-Akyaka-Palamutbükü) Bozburun' a şaşırdılar bi ailecek. Oraya neden gidiyorsunuz hiçbirşey yok diye. Ben de işte o yüzden gidiyoruz dedim. Hiçbirşey olmadığı için. İnsan eli ile bozulmamış bir yer görelim istiyoruz filan... Dudak kıvırdılar biraz. Eray da kıllandı o andan itibaren.
Kıllanmakta haklıymış. Şimdi Bozburun bende tamamıyla büyük bir soru işareti. Şöyle ki; gittik gördük, Necla sevdi bir tek. Diğerlerimiz bir daha gelmeyiz dedik. Ama ben dediğim gibi bir soru işaretine sahibim. Cevabı bulmak için başka hayatımda belki gene giderim. (başka hayat = sonsuz zamanımın olduğu bir hayat). Bir kere doğa namına pek birşey yok gördüğümüz. Bozkırlar içinde geniş birkaç koydan ibaret. Denizi göl gibi. Ama ölüdeniz misali değil. Rengi bildiğimiz görmeye alışık olduğumuz deniz renginde. Açıklarda yatlar demirli duruyor. Bir şekilde atıklarını da burada boşaltıyorlar demekki çünkü deniz köpüklü su şeklinde… Denizde pet şişe ve poşetler de yüzüyor ara ara… Bir de akşamüstüne doğru Marmara gibi denizanası baskınına uğradı.
Sessizliğine birşey diyemeyeceğim, gayet sessiz ama cırcır böceği sesi de yok. Çünkü pek ağaç yok. Pansiyonların bahçelerindeki asmalar güzel. Bir de Bozburun bana 90-91 yıllarındaki Türkbükü’ nü anımsattı. O zamanlarki Türkbükü ile şimdikinin hiç alakası yok. O zamanlar Türkbükü de aynen böyle köhneydi ancak birkaç sanatçı oraya yerleşmiş bazı yerler de ona istinaden böyle pahalıydı. Denize minik iskelelerden girilir hemen yanından da ancak bir araba sığacak bir yol geçerdi. Aynen Bozburun da böyle şimdi. Türkbükü ile aynı kaderi paylaşırsa bundan 10 sene sonra Bozburun’ da da sadece aldığımız nefes bedava olur…
İlk olarak Pembe Yunus pansiyona gittik. Eski bir yer, kocaman teraslı 2 odalık apart katı dışındaki odaları çirkin. Ama o teras katı cidden çok güzel. Sıcakta basiretimiz bağlandı ve biz pansiyon seçemediğimiz, kimimizin tansiyonu düştüğü kimimizin de çıktığı için yazı tura ile pansiyon seçtik ve lavabosundaki musluğu açtığınızda giderin boru ile ayaklarınıza aktığı bir pansiyonu seçtik Pembe Yunus yerine. Hata ettik. Ama olsun herşeyi doğru yapmak zorunda değiliz ya :) Orfoz diye çok ünlü bir restoran varmış. Karı koca kendileri pişirirlermiş denizden çıkan herşeyi. Sorduk, yer bulamazsınız dediler. Nitekim bulamadık. Zaten kişi başı 150 TL filan ödersiniz dediler. Nasıl yani? O bişi diil onun yanındaki Sabrina’ s House’ da konaklamanın bedeli gecelik 450 euro imiş. Üstüme iyilik sağlık ne gibi birşeye gecelik bu kadar para verir insan? Eşsiz bir keyif dense bile o parayla alındıktan sonra ne anlamı kalır ki o keyfin? Daha da ilginci Mart’ tan itibaren doluymuş orası. Bir PEH de burası için veriyorum ve soru işaretimi burada koyuyorum. Nedir yani betondan denize girdiğim pis pansiyonları olan sessiz ama doğası olmayan terkedilmiş \ eskitilmiş hissi veren bu yerin özelliği? Bülent Ortaçgil’ e sormak lazım çünkü onu orada gördük. Meğersem evi varmış orada. (bkz Türkbükü’ ne yerleşen sanatçılar – 1990). Şarkı bile yazmış orası için. Evini gördük uzaktan. Evden ziyade bir villa gene. Hem de kimselerin ulaşamayacağı kadar izole bir yerde. E yani :)
Neyse Bozburun’ da en azından geceyi güzel geçirdik ama biraz zorlama oldu. Şöyle ki. Yemek yiyecek bir yer bulamadık. Balıkçıların hepsi önceden rezerve edilmiş ve doluydu. Bende gene soru işaretcikleri tabi… Vazgeçtik bari kahve içelim dedik. Denizin kenarında 3-5 masası olan ve güzel müzik çalan bir yere oturduk. Kahve istedik , belli bir saatten sonra vermiyorlarmış çünkü yemek pişirildiği için ocaklar dolu oluyormuş. Ben de nescafe' yi ocakta pişiricem bundan sonra sanırım daha lezzetli oluyor. İyi de kime yemek pişiyor acaba tek müşteri biziz. Neyse… Peki bira alalım o zaman. 4 kişiyiz 2 masa birleştirelim. Müessese : Ama başka müşteri gelirse masanızı ayırırız. Biz : İyi aman cehenneme kadar… Neyse bunlar olurken Necla henüz gelmemişti. Masaya gelince olanları anlattık ve müesseseye dersini verdi ve ondan sonra bir güzel ağırlandık sormayın. Necla kahve içmeyecek olmasına rağmen kahve istedi. Aynı cevap gelince Necla’ dan küçümseyici bir tavır yedi müessese adamı. Ben bir şey almayacağım o zaman. Bir zaman sonra Necla menü istedi. Menüde balık yok! Menüyü inceledikten sonra ne istersiniz diye gelen garsona gene küçümseyici bir tavır : balık yiyecektim ama balığınız yok ben bir şey almayacağım diyerek yanıt bile beklemeden bizimle sohbetine devam edince Necla , müessese adamı alınmış olacak ki hava atmaya geldi.
- Bizde balık var ! Hem de taş levreği.
- O da neymiş?
- Taşların arasından yakalanıyor.
- Hıh ilk defa duyuyorum.
- Eğer vaktiniz varsa mangal yakıp mangalda da yaparız.
- Diğer alternatif?
- Özel döküm tavamızda yağsız yaparız.
- Mangal yakın o zaman.
- Hayhay
Necla’ ya özel mangal yakıldı. Balığı bir güzel pişirildi. Güzelce sunuldu. Ayıklarken ışık ihtiyacı yüzünden tealight sayısı artırıldı. Ellerini yıkasın diye cam kasede begonvilli su ve bez getirildi. Eğer biraz daha kapris yapsaydık ayaklarını da yıkayacaklardı ama bir yerde durmak lazım. Sonuç : kapris işe yarıyor :) Müzikler ilginçti, zaman zaman Edith Piaf, zaman zaman Beatles zaman zaman ise ‘mery christmas’ şarkıları :) Ambele müziği diyorum ben buna… Yıldızlar güzeldi ama samanyolu seçilmiyordu gene pek.
Keyifli sohbetler ettik. Romantik olduk. Daldık gittik… Necla ve kediler de doymuş bir şekilde kalktık. Sabah erkenden Necla uyanıp pazarı dolaşıp sonra da denize girmiş. Sabah denizi hep güzeldir. Valla aferin Necla’ ya… Hayattan keyif almasını biliyor ne diyiim. Erkenden kaçtık sonra Bozburun’ dan. Orfoz ve Sabrina’ s House soru işaretlerimle. Bu arada Sabrina değilmiş artık oranın sahibi. Bir Türk’ e satmış.

Bozburun’ un uzun yolunu aşıp ana yoldan pat diye varılan Akyaka’ ya geldik. Birden kendini başka bir dünyaya ışınlanmış hissediyosun. Çamların arasında bir kasaba. Ahşap evler… Gerçi yeni yapılan site şeklindeki ahşap evler can sıkıcı ama yapcak bişi yok. Otelimizi ise anlata anlata bitiremem. Çok cici bir otelde kaldık. Nefisssss… Ahşap balkonu enteresandı. Balkonu genişletmek amaçlı her iki yanına çıkma ahşap oturak yapmışlar. Oturunca altındaki ahşabın arasından aşağıyı görüyosun yani aslında balkondan asma bir yerde oturuyosun. Yaratıcı tasarım. Hem şık hem fonksiyonel hem de keyifli. Havada asılı oturmak :)
Sorduk nedir ne yapılır burada diye. Azmak turuna gidin hemen dediler.Azmak oradaki dere. Girebiliyorsnız dereye girin, insana şifa verir dediler. Huzur verir dediler. Aman aman biliyoruz heryerin suyu öyledir zaten :) Tekneye bindik bir baktık ki dere bildiğimiz dereler gibi değil suyun altında bambaşka bir dünya var. Öyle ki hiçbir yerde görmediğim su altı bitkileri, çiçekler, dev sarmaşık gibi ürkünç bitkiler, kocaman balıklar. Üstünde kaplumbağalar, ördekler, kazlar, uçuşan mavi kelebekler. Ben ilk defa gördüm mavi kelebekleri. Su samuru da varmış ama biz göremedik. Suyun dibi çoook güzeldi. Fantastik filmlerdeki dünyalar gibi. Korkunç ama güzel. Suyun özelliği şuymuş : sodalı ve çok soğuk. Berraklık 11 mt olan derinlikte bile dibi çok net bir şekilde görmenizi sağlıyor. Suyun sıcaklığı 9-10 derece civarındaymış.


Girmek isteyen var mı diye sordu kaptan. İki kadın çıktı girelim diye. Önce tereddüt ettiler ama birbirlerini gaza getirip atladılar buzzz gibi suya. İlki atladı ve boğuk boğuk bağıra bağıra çıktı. İkincisi atladı ve “küfür etmicem küfür etmicem” diye diye çıktı. Ama o kadar keyif aldılar ki tekrar tekrar atladılar suya. Her seferinde çok kalamadan çıktılar. Dediler ki : çok güzel, tarif etmesi zor bir duygu. Kesinlikle üşümüyorsun aksine su vücudunu yakıyor ama yanma gibi de değil güzel bir şey anlatamıyoruz. Tekrar atldılar. Çok iyi gelmiş su dediklerine göre. Canları tatlı tatlı yanmış, elleri ayakları karıncalanmış… Ama tekrar tekrar girmek istemişler hep, su onlara enerji vermiş, capcanlı hissetmişler… Teknedeki diğerlerine de mutlaka girin çok güzel dediler. Tarif edilemez dediler. Ama bu ikisinden başka kimse girmedi suya… Kadınların adı Necla ve Duygu’ ymuş ;)

Neclaaaaa, şu hayat dolu ve canlı olmayı bi öğret bana da yaaa. Nasıl bir uyum o öyle? :)

Azmak ölmeden önce görülmesi gerekenlerden…

Oradan sonra denize bir bakalım dedik. Plaj hiç güzel değil açıkçası. Orman içinde kamp varmış oradan yürüyelim dedik. Arada kayalardan inmeye ve denize girmeye müsait yerler var gözüküyodu. Çamlar arasından yürüdük. Bir yerde kayalara indik ve denize oradan girmeye karar verdik. Deniz dalgalı ama çok güzel gözüküyodu. Kamptan birkaç ufaklık kız geldi. Kayalardan korkusuzca atlayıp durdular. İp bağlamışlar kayaya oradan tırmanma yeri var çıkmak için denizden. Biz de onlardan aşağı kalamayız tabi. İlk Necla atladı, peşinden biz. Kızlar anlattı bazı yerlerde su kaynakları olduğu için deniz yer yer soğuk oluyormuş. Geçen hafta 5 gün boyunca oraya bir yunus gelmiş. Bu ufaklıklar da onunla yüzmüşler hep. O yüzden buraya geliyorlarmış hep gene yunus gelse de yüzsek diye. Yunus görmedik ama denizde sürü halinde yüzen arılar gördük. Necla yüzerken görmeden sürüye katıldı ve kulağının arkasından soktu arılardan biri onu. Neyse hemen iğneyi çıkarıp ilaç sürdük. Bu sayede şişip 3. bir kulağa sahip olmadan atlattı olayı. Ama aramızda birinin 3. bir kulak memesi oldu. Ormanda Eray’ ı tanımlayamadığımız bir haşere soktu ve kulak memesi oldu bir balon :) Henüz tam iyileşmiş değil. Ben de tuzdan isilik oldum. Bacak aram ve koltuk altlarım. O yüzden yeni sünnet olmuş kabadayılar gibi yürüdüm bir müddet. Zeynebimin güzel tenini sinekler ısırdı her tarafı şişti. Haşerat kurbanı olarak döndük ormandan ama çok eğlendik. Dönüşte Rüzgar Cafe' de çay içip kite surf yapanları izledik. Akyaka’ nın bir özelliği de ‘kite surf ‘merkezi olması… Aklınızda bulunsun.
Dediler ki akşam mutlaka Azmak boyunca sıralanan balıkçılarda balık yiyin. Zaten gündüz dereyi gezerken gözümüze bir yeri kestirmiştik. Kordon Restaurant sanırım oranın en güzel yeri. Diğer restaurantlar dere kenarına set çekmişler ama Kordon’ da hemen derenin kenarında oturuyosun. Daha salaş bir yer. Ve kesinlikle daha doğal :) Mezelerden bahsetmeyeceğim, tadı damağımızda kaldı. Bir de garsonlar çok kibar ve iyiydiler. Balığımızı ayıkladılar , şımardık :) 2 gece üst üste oraya gittik. Her iki gece de Zeynom benim karşımda oturma gafletine bulundu. "Why do you dep me?" :) Haaa bir de en önemli konu Azmak' ın sivrisinekleri. Ekşi' de dedikleri gibi ultrasonik sivrisinekler var. Görünmüyorlar ve hiçbir engel de tanımıyorlar. Gömleğin üstünden, topuğun altından, heryerden ısırabiliyorlar. Bir de ısırıkları normal bir sinek ısırığı gibi hemen geçmiyor günlerce kaşınıyor ve şiştikçe de şişiyor. OFF sıkıp gitmek şart.
Ertesi gün Akyaka tekne turu yaptık. Bu sefer özel değil public :) Komik ama güzeldi. Yüzdük de yüzdük. Lacivert koyuna bayıldık, Sedir adasında nostalji yaptık. Bu arada Sedir adasındaki kum oluşumunun yavaşlamaması için sahil kısmını insanlara kapatmışlar. Sadece denizdeyken o kumu deneyimleyebiliyorsunuz. Ne gibi bir deneyimse artık bilemicem :) Biz peeling olarak deneyimledik :)

2. gecemizin Kordon macerasını anlatmayı unutuyordum az kalsın. Derede ördek ve kazlar var haliyle. Ve bunlar 2 kabileye ayrılmışlar. Biri derenin bir tarafında, diğeri diğer tarafında duruyor. Kesinlikle birbirlerinin bölgelerine girmiyorlar. Biz de bunlara yiyecek atıyorduk ama hep bizim taraftakiler kapıyordu. Diğer taraftaki kabile için üzülüyorduk ama bir türlü onlara denk getiremiyorduk. İkinci gece bunu kafaya koyan Necla daha gecenin başında ekmekleri ufalayıp uzaklara atma ve diğer kabileyi besleme çalışmalarına başladı. Her ne kadar Zeyno kabilelerin bu gece yer değiştirdiğini iddia etse de hayat o kadar adil değildi. Hatta bazı insanlar için hiç hiç adil değildi… Necla ekmekleri uzağa atmak için abandığı bir sırada hızını alamayıp sekti ve bir anda elindekileri arka masada oturan beyfendiye fırlattı. Havadan ekmek yağan adam ne olduğunu anlamadan birden irkildi ve kollarını iki yana açıp noluyo oldu :) Bizim kopmamıza paralel Necla güç bela özür diledi ve o andan sonra bütün gece hep ama hep güldük, o yüzden pek sohbetli bir akşam olmadı. Havada uçan ekmek parçaları ve adamın hali gözümün önünden gitmiyor. Tabi Eray’ ın tuz biber espirileri de havada uçtu. Adamın ördekliğinden tut , adamın ekmeğe yağ sürüp geri göndermesinden korkmalarımıza kadar güldük de güldük… İnsan modunda olunca espiri bahane, hep gülüyor, herşeye gülüyor ;)

Neyse çok rezil olmadan ayrıldık Akyaka’ dan. Bu noktada Zeynep ve Necla ile de yollarımız ayrıldı. Onlar Datça’ ya yöneldiler, biz Marmaris’ e… Valizleri ile giderken arkalarından baktığımda duygulandım çok… Bilmem ondan mıdır ama hüznüme yakışır bir veda edememiştim onlar giderken… İçimde kalmıştı. Oradan sonra biz Marmaris’ e gittiğimizde , çayla ilk sigaramı yakmak için paketi açtığımda içinde Zeynomdan kalan son mentollü sigarayı gördüğümde tutamadım kendimi, bir burukluk geldi önce dudaklarım titredi sonra gözyaşlarım aktı… İnsan böyle bir şey için ağlar mı? Erayım iyi ki alışkın bu hallere. Yoksa insan Zeynomdan kalan son sigaramı içeyim derken hüngürder mi? Mantık aramaya kalksan bu duygulanmalarda mıçarsın. Hiiiç uğraşmamak lazım bazen kadınların bu hüzünleriyle… Ben de açıklayamıyorum işte. Ne biliim tatilde bir başka sevdim onları… Anlatamam, gösteremem…
Daha nice tatillere gideriz inşallah…
Biliyorum uzun oldu bu yazı ama son olarak Marmaris’ ten de bahsetmem lazım. Zaten daha önceden bildiğimiz bir yer. Hatta Eray’ ın askerlik sebebiyle 9 ayını geçirdiği bir yer. Az kıskanmadım zamanında onu. Nedenini gidenler bilir :) Gitmeyenler için ise tahmin etmesi zor olmasa gerek…
Marmaris’ te 1 gece kalalım istedik, hem Eray eskileri hatırlasın askerlik anıları canlansın ;) hem de ciddi bir gece hayatı olayını tadalım uzun aradan sonra dedik. Bir de annemleri tekrar görmüş olacaktık. Bir taşla bilmem kaç kuş işte…
Gece oldu 12 gibi odaya gidip gece kostümlerimizi giydikten sonra gittik barlar sokağına… İlk girdiğimiz yer oranın en isim yapmış klubü… Ya da daha çok disko diyiim… İçeri girer girmez garsonlar çekiştirmeye başladı buraya masa koyalım, yok buraya oturun filan. Sonra bir yer seçtik ve orada durduk. Eray hemen bir garsonu görüp bira istedi. O anda dakka 1 gol 1 de oldu. Başka bir garson sipariş verdiğimiz garsonu tutup çekip dövmeye başladı. Sonra bodyguard lar filan. Ama kavga devam. Garsonları dışarı çıkarmadılar. Biri önde diğeri arkada bir kovalamaca sövmece. Aralarında da bodyguard. Saldırgan olan eline ne geçerse alıyo ve diğer garsona atmaya çalışıyo. En son bizim masadaki mumluğu alıp havaya kaldırınca ben de sövmeye başlayıp başka masaya doğru ilerledim. Hemen başka garson geldi ne içersiniz diye sordu. Masanın konumu çok güzeldi, herkesi tepeden görebiliyordun. Biz bira diyince adam masamızı değiştirmemizi istedi. Neden? Çünkü bu masaya gelecek var. Hadi canıııım :) Neyse inanmış gibi yapıp masa değiştirdik. Kısacası birkaç(yüz) tane Rus poposu görücez diye adam yerine konmamayı göze aldık :) Aslında şu ilk girişteki kavga olayını saymazsak Amy’ nin idealindeki dünya barışı Marmaris diskolarında sağlanmış durumda. Her milletten özellikle de Rusya ve İngiltere’ den insanlarla insanlarımız içiçe dışdışa önöne arkaarkaya bacakomza vs… Herkes savaşma seviş modunda. Budur işte… Barışı yanlış yerde arıyo tüm aktivistler. Bulan bulmuş barışı çoktan :) Aaaaa bu arada aklıma geldi Barış’ ı da bir Rus buldu ;) Allah tamamına erdirsin inşallah :)

Neysem Rusça disko şarkıları eşliğinde izledik etrafı, popoları filan derken rahmetli Michael Jackson’ dan “they don’t really care about us” çalmaya başladı. Herkes hep bir ağızdan söylüyor. Bu deli ironiye daha fazla katlanamadan çıktık oradan. Başka bir yere gittik. Hepsi bir aslında ama kalite farkı var gene de. İlk gittiğimiz yer tam anlamıyla Allah = para iken bu yer daha bir eğlenceye odaklanmıştı. En başta da DJ’ ler. 3 DJ vardı her biri birbirinden mutlu. Aman aman görmeniz lazım. Saniye durmadılar kahkahalar şaklabanlıklar filan… Bu mekanı daha çok sevmemin bir diğer sebebi ise muhteşem bir Drag Queen olması. Adam çok güzel dansediyor bayıldımmmm. Size de bir parça koydum. Gerçi dansının en durağan kısmını kaydetmişim , diğer dakikalarda büyülendiğim için heralde.

E ben bunu bu kadar beğenince 2. Dansından sonra tutamadım kendimi ve yanına gidip foto çektirdim :) Ahanda bu :) Boy farkına bakar mısınız :)
Neyse başka da bir mekana uğramadan sonlandırdık orada geceyi. Saat 3 buçuk filandı sanırım. Barlar sokağından geçerken 2-3 tane de rock bar gördüm. Şaşırdım :) Orada rock bara gidecek bir tane bile tip görmedim. Zaten rock barların hepsi de boştu :)
Geceyi sohbetle daha da uzatıp 2 saat uyku sonrası kalkıp kahvaltı ettikten sonra gene yola düştük. İlk durağımız Alaçatı’ ya döndük gene. Son tatil günümüzü orada geçirelim istedik. Hem kum beach ve o güzel midye dolmaları yemek için, hem de gece Babylon’ da Nil Karaibrahimgil konserine gitmek için. Çok güzel bir son gündü… Yorgun ama mutlu kocaman uyku sonrası yola koyulduk. Evimize, eşsiz İstanbul’ umuza dönmek üzere…
İstanbul’ u özlemişim… Tüm özleyenlerin geri dönebilmesi dileklerimle ;)

Öpücükler…

Salı, Ağustos 18, 2009

Babylon Alaçatı...

Bunu yazmazsam olmaz... Hem ilk geldiğimiz gece Teoman konserinde mekana hasta oldum hem de bugün denize girmek için gittiğimizde... Herşeyden önce : they know what music is. En en önemlisi bu tabi. Ondan sonra they know what mojito is and they know what sunset is... Çok profesyoneller. Teoman konserinde binlerce kişi vardı ama ne girişte ne çıkışta kargaşa olmadı. Tuvaletlerde kuyruklar yoktu ve tertemizdi. Bira almak için barda savaşmak zorunda kalmak yoktu... Ve o açık mekanda yani kumsalda, Alaçatı' nın meşhur rüzgarında ses dağılmadan canlı müzik dinlenebiliyordu...

Gündüz olayına gelirsek, bir plajda olabilecek ihtiyaçların hepsine pratik bir çözüm bulmuşlar. Biz eğlenelim, dinlenelim, keyif yapalım diye herşey düşünülmüş. Ama lükse de kaçmak yok. Hiçbirşeyin abartısı yok... Öyle bangır bangır müzik de yok. Yemekler de güzel. içecekler şişede içi buzla dolu teneke bir kovada geliyor. Sonra Eray gibi haylazlar o teneke kova içindeki buzlarla sevgililerini ürpertiyorlar :)

En güzeli de akşam 5' ten sonra başlayan olay. Şöyle ki, The Cuban Brothers diye Kübalı sevimli abiler müzik yapıyor. Bu arada da barın oradaki pistte bir dans furyası başlıyor. Kıvrak bir abimiz önde, herkes onun yaptığı hareketleri yapmaya çalışıyor. Sonra dans edenler zaten abiyi iplemeyip kendi hallerinde çılgınca dansediyorlar. Hep onlar diyorum ama sonunda biz de dayanamayıp ucundan katıldık kendi çapımızda :) 2 yaşındaki bebekten tutun köpekler bile dansediyor :) Bu arada asıl bu gazı veren sanırım barmenlerin masraftan kaçınmayarak hazırladıkları mojitolar... Şimdiye kadar içtiğim en güzel mojitoyu Babylon yapıyor...

Güneş batıyor ve sonra da bir sakinlik ve ufku seyrederek dinlediğimiz o dinlendirici müzikler... Kimi denizde hala dansediyor, kimi balık tutuyor kimi uyuyor kimi barda sohbet ediyor... Bense denizi ve o güzel eflatun rengi gökyüzünü izleyerek , müzik ve hayat bu kadar mı birbirini tamamlar diyorum...

Neyse ben sabaha kadar överim burayı :) En iyisi sezon bitmeden gelip görmek... Biz tatilin Çeşme kısmını şimdiden uzattık bile :)

Bu arada Babylon' u övüp durdum ama bu akşam muhteşem yemekler yediğimiz Şişarka' yı da unutmamak lazım. Bir ara Jamie' nin mutfakta olabileceğinden şüphe ettim. Köşe Kahve' deki Truffle da ölmeden yenilmesi gerekenlerden... Eray da meşhur sakızlı kahveyi tattı ve tanımı koydu ortaya : Baycan koymuşlar lan kahveye !

Cumartesi, Ağustos 15, 2009

Alaçatı ve otel...


Daha ne olsun... 7 saatlik yolculuk sonunda çimlerin üstünde yayılmış, güzel müzikler eşliğinde çayım sigaram ve minibook' umla keyif çatmaktayım... Müzik o kadar güzel ki, hem Ağustos böceklerini de duyabiliyorum... Yanıbaşımda palmiyeler, günbatımı ve serin bir rüzgar...
Eray uyuyor :)
Şşşşş keyif buuuu :) Keyif dedim de aklıma geldi. Yolda şöyle bir diyalog oldu. İzmir Çeşme ayrımında ışıklarda dururken ben oooh Papatya diye Teoman' a eşlik edip hülyalara dalmışken Eray yan arabada hepsi birden kuruyemiş yiyen 4 kişilik aileyi gösterdi ve sonra şöyle birşey duydum Eray' dan :

- kabuklu mudur acaba?
eğilip baktım ve :
- yoo sanırım leblebi ya da fındık

Eray tarafında bu diyalog şöyle olmuş :

- mutluluk bu mudur acaba?
- yoo sanırım leblebi ya da fındık

Yol sarhoşluğuma verdim :) Tabi Eray' ın fındık yiyen aileye bakıp bunu mutlulukla özdeşleştirmesi de ayrı bir tür sarhoşluk olmalı...

Muck

On the road... Doğa mı şehir mi?


Hiçbir girizgah yapmakla uğraşamayacağım çünkü hemen ve hemen söylemek istediğim şey şu : iyi ki bir minibook um var :) Bu sayede yoldayken bile açıp blog yazabiliyorum. Bir de deminden beri bunun farkında diildim ve kendi kendime keşke defter kalem alsaydım blog yazardım diyip duruyordum.

Eskiden Tolga ile gittiğimiz kamp yolculuklarında hep yazardık, seyahat günlüğü gibi bir şey. Hatta Tolga bir dönem seyahat öncesi de bir yazı hazırlardı bizi gaza getirmek için. Aradan artık 15 yıl mı geçti bilmiyorum ama yine öyle bir heves ettim yazmak için. Hem de bu yolculuğun benim için şöyle bir özelliği var : plansız programsız canımız nereye isterse diye çıktık yola…Ege' ye doğru… Aslında deniz üstünde yapmak istiyordum bunu ama olmadı işte… Neyse seneye inşallah ;)

Her yolculuğun bir albümü ya da şarkısı vardır ya, bu yolculuğun da benim için şarkısı muhteşem bir şarkı olan Fleet Foxes – Mykonos olacak sanırsam… Bir sürü Cd hazırladım. Arada nostalji de var. Mesela şunun gibi :

Talk to me softly there’ s something in your eyes
Don’t hang your head in sorrow and please don’ t cry...


ya da

Denize açıldım sevmeye sevilmeye
Anladım sevmek gibisi yok...

Kocacım araba kullanıyo haliyle :) Halinden de memnun gibi. Metallica’ nın Black Dog cover’ ı eşliğinde Akhisar’ a gelmek üzereyiz. Evet evet Susurluk’ ta tost yedik ama sanırım bu inatçı geleneğe artık bir son vermek istiyorum çünkü ağzımın içi kıtır tost ekmeği yüzünden yara oldu :(

Şu an VINN ya da Connect Card gibi ürünlerim olmadığından yazımı post edemeyeceğim ama Çeşme' ye varır varmaz ederim. (fotoları edemicem çünkü salak gibi aktarım kablosunu almamışım :( belki cepten çektiklerimi post ederim.)

Bu arada ilk durağımız Çeşme olsun istedik çünkü Eray’ la çıktığımız ilk tatilde de gittiğimiz yerlerden biriydi ve çok komik anılarımız var orada… Kısa zaman içinde Çeşme çok değişmiş , ciks olmuş iyice diye duydum / okudum.. Sörf çılgınlığı sarmış hobi tutkunu (!?) gençliği ve orta yaşı… Otel fiyatları filan uçuk. Gidip göriciiz bakalım. Aslında bence sırf Babylon – Alaçatı için bile gidilir. Kumsalda bir Babylon… Kulağa rüya gibi geliyor. Bizim Çeşme’ ye gideceğimizi duyan eski yol arkadaşımız Teoman da bu gece Babylon Alaçatı’ da çıkmaya karar vermiş. E şimdi gitmemek olmaz…

Bu arada bu ‘neden Çeşme’ konusundan yola çıkarak birşeyi daha ortaya koymak istiyorum. Hani insan hayatı boyunca kendini tanımaya devam eder ya, ben kendimle ilgili birşeyden daha emin oldum. Hani Ege' nin el değmemiş muhteşem sahil köyleri , doğal yerler dururken neden canım hep Çeşme , Bodrum gibi yerleri istiyor? Sanırım ben doğanın yaptıklarından / sunduklarından çok doğaya 180 derece zıt giden insanoğlunun yaptıklarından / sunduklarından hoşlanıyorum. Bu doğaya karşı gidiş etkiliyor beni. Bu noktada 2 tane etiket almışımdır hemen : konformist ve doğaya saygısız. Valla şehir karmaşasına konfor deniliyorsa evet konformist doğru etiket. Müzik, dans, insanlarla ilişki içinde olmak doğaya saygısızlıksa ok o da doğru etiket… Ben gürültüyü, müziği, insanları seviyorum… Evet dinlenmeye ve yalnızlığa da ihtiyacım oluyor. Onu da bu yolculukta Bozburun, Palamutbükü, Akyaka gibi yerlerle becermeye çalışıcaz bakalım… Eğer canımız isterse ;)

Bu arada bugün bizimle aynı saatlerde Amy de Polonya’ dan Kanada’ ya doğru yola çıktı. Tolgacım yine yalnız bir kış bekliyor seni ama merak etme son yalnız kışın ;) Hem bu sene daha bir dışa dönük olacağını umuyorum. THY millerimizi karşılıklı değerlendirelim bu kış :)

Eraycım da MJ ile coştu bu arada. Ama coşulmiicak gibi diil yani. Hadi ben de ona katılıyorum.
Let’s BEAT IT !!!