Cumartesi, Eylül 05, 2009

The Dreamers


Yaz bitti sayılır. En azından fikren ve ruhen bitti :)

Her yaz sonunda bu kadar özler miydim ben sinemayı? Ve her sinema özlediğimde aynı filmleri tekrar tekrar izleyesim gelir miydi bu kadar?

1-2 haftadır kaşınıyorum zaten. Birşeyler izlemem lazım. Ama ilk kez değil. Bildiğim sevdiğim ve bana o ruhu yani sinema ruhunu hissettiren, içinde bulunduğun anı ve dünyayı unutturan filmler...

Bu arada şansıma yeni ve güzel bir film de izledim. Inglorious Basterds. Onun tadı henüz damağımda ama ben yine de eski tatlardan alamıyorum kendimi.

Mesela The Dreamers benim için çok özel bir film. İlk izlediğimde öyle hissetmemiştim aslında. O dönemler The Dreamers' ı izlediğimde beğenmiş ama filmde yapılan gönderme ve bahsi geçen klasikleri bilmediğim için biraz uzak hissetmiştim kendimi filme. Yıl 2004' tü sanırım. Zaten optimizasyon yıllarımdı :) Topluma karşı gelmekten vazgeçmenin dayanılmaz hafifliği :)

Aslında hayatımda özel yerleri olan 2 filmi de 1-2 gün arayla ilk defa izledim o yıl. The Dreamers ve Duvara Karşı. Duvara Karşı daha çok etkilemişti o zamanlar beni. Şimdi ise bu iki filmi kıyaslamam bile. O kadar farklı yerler kaplıyorlar ki bende. Bir kere Duvara Karşı' nın çok iyi bir hikayesi var. Hem çok gerçek hem de çok hayal. Hikayeler ilk vuranlardır zaten. Düşünür durursun. Filmi kafanda izler durursun. Bir zaman sonra çok seyrettiysen replikleri tekrarlar durursun... Duvara Karşı' yı izledikten sonra The Dreamers çok etkilememişti beni. Dediğim gibi bilgi olarak uzak kalmıştım. Ama çoook kendine has, çok kendisi için yapılmış bir filmdi. Çok özeldi. Aradan yıllar geçti Duvara Karşı' yı heralde 10 kez filan daha izledim. The Dreamers' ı ise bir daha hiç izlememiştim.
Fakat...

6 - 7 ay önce tesadüfen evde yalnız olduğum bir Cuma akşamı (şimdi olduğu gibi) Digiturk' te rastladım ve izlemek istedim. Kendimi, varlığımı, mekanı, zamanı unuttum izlerken... Ne kadar güzledi... Ne kadar saf ve kendini anlatan bir filmdi. Ve hiç heves ve coşku kaybetmeden aynı gece Digiturk' teki tekrarını da izledim. Bir karesini bile atlamadan. Sonra filme sahip oldum zaten ve sinemayı özlediğim şu günlerde yine daldım o güzel dünyaya... Ama bu sefer biraz daha farklı. Sahneleri durdurup inceleyerek, tekrarlayarak... Ne kadar yaşayan bir filmmiş o... Bir kere o mekan. Tamam Paris olması ayrı, yılın 1968 olması ayrı ama asıl o ev... Dekor değil gibi... Hayat var o evde. O yüksek tavanlı, çok eşyalı, rengarenk ve yaşlı evde çok genç hayatlar var. Hep kalmak istediğim o yaşlar. Yirmili yaşlar. O yaşların sorumsuzluğu, zamanın önemsizliği, coşku-duygu-ruh dolu , dengesiz halleri....
Müzik... Sinema... Cinsellik... Aşk...
2 erkek 1 kadın.
Ensest...
Paris...
1968...

Bana göre müziğin en çok anlam ifade ettiği yıl 1968. Hem politik hem de duygusal alanlarda... Jim Morrison' ın, Janis Joplin' in, Jimi Hendrix' in varlığının bile yetebileceği yıllar 68' ler... İnsanlığın hem birey hem de topluluk olarak daha karakterli, daha güçlü olduğu yıllar. Sonrasında ise kopuş başladı; medya güçlendikçe insanlar birey olarak güçlerini yitirdiler... Dünya bizim değil artık... "They got the guns but we've got the numbers" değil artık...

Sevgili Jim... Bu filmde de varsın...

Evet ben The Dreamers' a geri dönmeliyim zira onu yazmak istiyorum bir yandan DVD player' da akarken.

Bertolucci' nin bu filmi sırf kendisini ve sinema sevgisini tatmin etmek için yaptığını okumuştum bir yerlerde. Doğrudur. Bir hikaye anlatmak ya da bir ya da birkaç temel düşünceye dayanmak, gerçekleri yansıtmak gibi bir niyeti yok filmin. Tabuları yıkmak ise bence hiç umru değil. O zaten kafasındakileri yansıtmış. "Tabuysa tabu ben bununla ilgilenmiyorum. Tabu olduğunun farkında bile değilim... Gözümden kulaklarımdan aksın gitsin görüntü ve replikler... Her biri tanıdık olsun. Her biri çok bana ait olsun. Kim ne der, ne düşünür, sever mi sevmez mi derdim olmadan kendim için bir film olsun..." demiş gibi hissettiriyor bu film bana.


Herşey bir yana o gençlik duygusunu nasıl da unutmamış Bertolucci? Oyuncuların da genç ve diri olması zihinlerde yer eden sahneler için lezzeti artırıcı bir tat olmuş :)

Louis Garrel : Çirkin ama fazlasıyla seksi...

Michael Pitt : Maskülenlik ve feminenlik arasında bir seksi...

Eva Green : mmmm... Venüs ? :)

Bu kadar gençlik, bu kadar müzik, bu kadar seksilik filmi nasıl erotik kılmaz? Hiçbir açık sahnesi olmasa bile aşırı erotik bir film The Dreamers...

En sevdiğim sahneleri arasında Michael Pitt yorumu ile 'Hey Joe' nun çalmaya başladığı, Matthew, Theo ve Isabelle' in küvette uyuyakaldığı sahne başta gelir sanırım. Bunun sebebi çok dolaylı ve bana özel aslında. Benzer yaşlarda iken sırf insanlarla birarada olmak, tanımak, ortak duyguları paylaşmak için şu an asla rahat edemeyeceğim ortamlarda nasıl da umarsızca konforlu olduğumu bana hatırlattığı için galiba. Anlatmam zor. Ben de hafızamdaki görüntülerden referans alıyorum zaten...
Aile ile mutfakta yemek yedikleri sahne... Hiç aşina olmadığım bir aile modeline tedirginlikle özendirdiği için sanırım... Bunu da anlatmam zor. Herşeyin bedeli var gibi birşey geliyor aklıma o yüzden tedirgin ediyor. Hiç girmeyeceğim buraya...

Sinemaya olan tutkuları... Bunu yansıttıkları her sahne... Bertolucci' nin üç karakteri de kadraja sığdırdığı estetik ve büyüleyici sahneler... Hepsi, hepsi çok güzel...

Matthew' un masadan yere Isabelle' in üstüne doğru indiği sahne... Isabelle' in ayaklarından başlayarak dudaklarına kadar duygularını anlatarak çıktığı sahne... Kanlı öpüşme sahnesi... Theo ile Matthew' un birlikte uyudukları sahne. Ve en sonunda; özgürlüklerinin ve kendilerine ait dünyalarının sona ereceğini anladıklarında, evin salonunda mumları yakıp tüller ve örtülerden kendilerine çadır yapıp güvende uyudukları çocuksu sahne... Tabusuz özgürlüğün son sahnesi... Çocukluktan ergenliğe geçiş... İnsanlar doğuştan itibaren cinsel içgüdüye sahiptirler ve bu dürtünün tabularla sınırlandırılmadığı tek zaman çocukluktur... Çünkü o zaman daha cinsellik adlandırılmamıştır ve tabu da yoktur...
The Dreamers' ta beni en çok vuran sahnelerden biridir. Bu masumiyetin kaybolduğunu ve buna karşın çocukça bir savunma duygusu ile çadırın altında uyumak ve sonsuza kadar da orada Theo ve Matthew ile birlike uyumak isteyen Isabelle' in hava gazını açtığı sahne...

Her sahnesiyle beni içinde bulunduğum zamandan, o andaki gerçeklikten en çok uzaklaştırabilen, film olduğunu unutturup içine gireceğime inandığım film... The Dreamers...

Saçmalıklarıyla ve kopukluklarıyla da bence mükemmel. O yaşların ruhu zaten öyle olduğu ve bunu yansıttığı için. Yarım kalmışlığı, eksiklikleriyle de bence bir bütün. O dönemin başkaldırışı da öyle olduğu için. Seyirciyi düşünmemesine rağmen bence çok içten ve samimi. Ruhu olduğu için...

Kimse sevmese bile neden diye sorgulamayacağım bir film. Sadece bana içini döktüğü için ;)


I'm a spy...

In the house of love...

2 yorum:

bukalemun dedi ki...

http://www.imdb.com/title/tt0055032/

Sanırım film sende var. Bıraktıklarım arasında. ;)

Duygu dedi ki...

Bende de var. Orjinali Box set olarak :)