Çarşamba, Eylül 29, 2010

Laylaylom days are over...


Laylaylom günler bitiyor ama başka laylaylom günler başlıyor. 1 Ekim' de doğuruyorum :) Bebeğim bir türlü dönüp doğum pozisyonuna gelmediği için sezeryan oluyoruz. Kendisi öyle tercih etti artık bize laf düşmez :)


Bebeğime kavuşucam diye çok heyecanlıyım ama tabi doğal olarak endişeliyim de. Her gebe bunu yaşamıştır, yaşayacaktır eminim. Ama ben bir de baskın bir hüzün duygusu içerisindeyim. Hamilelik günlerim sona eriyor diye.... Bu kadar güzel birşey olduğunu bilmiyordum hamileliğin ve genelde de şikayetlerle anlatılmıştı bana. Sadece 1 kişi bana hamileliği çok özlüyorum çok güzel bir duygu demişti. Çok haklıymış.


Anlatılır bir duygu değil. İçinde bir bebeğin oluşu ve aranızdaki sadece size ait olan iletişim... Bütün dünya bir kenara olacak kadar hoş bir duygu. Doğuma 48 saatten az kaldı ve ben keşke bir iki dün daha olsa diyip duruyorum, doyamıyorum bebeğimin karnımdaki hareketlerine, onu içimde hissetmeye. Koca göbekle hareketlerimde ve uykularımda zorlansam da çıkıp yürümeye, dünyayı dingin bir zihinle hissetmeye... O içimdeyken nefes almaya...


Biliyorum o dışarıda iken de güzel olacak ancak hamilelik başka birşeymiş. E hormonlar ve doğa da sizin için çalışıyor hamilelik döneminde. Toplumda olduğu kadar doğada da özelsiniz o dönemde. Bir huzur, bir sağlık geliyor bedene... Tabi bu sorunsuz hamilelikler için geçerli ve ben çok şükür ki sorunsuz bir hamilelik geçirdim. Duygusal olarak da Eray' ın gösterdiği ilgi sevgi ve anlayış sayesinde bulutların üstündeydim hep... Ne şımardım ne de arsızlaştım. Sadece ve sadece mutluydum. Saf mutlu...


Şu son 4-5 gündür de çok suskunum işte. Sezeryan korkusu, bebeğim iyi olacak mı endişesi, durdurak bilmeyen bir koşturmacaya girecek olmanın korkusu ve laylaylom mutluluğun beni terkedecek olması korkusu. Susturdu çok fena beni son günlerde... Bir de arada bir gelen ve yine bir hapşırık gibi ani ağlama krizlerim oluyor ki o da normal heralde... Çok kaotik duygular içerisindeyim ve bunları yönetmek, kontrol altına almak hiç de kolay değil...


Ama geçecek. Bebiş gelince yeniden canlanıcam inşallah :)


Son günleri Eray' la doya doya gezerek, sohbet ederek, birbirimizin gözlerinin içine bakarak, müzik dinleyerek ve tavla oynayıp :) gülerek geçeriyoruz... Benim için huzur böyle bişeymiş...

Ve çok şanslıyım ki hayatımda bu duyguyu tadabildim...

Perşembe, Ağustos 19, 2010

Doğumda Korkunun Hikayesi

Doğumların acılı ve sancılı süreçler olmasına farklı bir yaklaşım : link

Salı, Ağustos 17, 2010

Hamilelikte bir Prestij Meselesi : Normal Doğum (alternatif başlık : insan doğası)

:) Zaten başlıkta herşeyi anlatmış oldum. Günümüzün modası : normal doğum. Zaten olması gereken normal bir sürecin moda ve prestij meselesi haline getirilmesi gibi bir durum söz konusu son zamanlarda... Mesela şunun gibi : "bugün evden yola çıktım ve işe gittim". "Vaaaaaaaaaaaaaaay muhteşem, Süper ! Ben de yola çıkıp işe gidebilmek istiyorum". "Darısı başına". "Amin" :)

Aslında bundan 10-15 yıl önce sezeryan moda olmuştu ve ben o zamanlar bu sezeryan işinin moda olmasına, Hülya Avşar- Kaya Çilingiroğlu çiftinin vesile olduğunu düşünüyorum. Ondan önce de vardı bu 'tercihen sezeryan' tabi ki ama moda değildi.

Çok iyi hatırlıyorum, tv' de bir akşam haber programında, arabada Kaya Çilingiroğlu ve Hülya Avşar' ın doğum için hastaneye giderkenki görüntüleri gösterilmişti. İkisi de gülümseyerek kameralara el sallıyorlardı. Sabah 7' de hastanede randevuları varmış ve saat bilmemkaçta da Hülya Avşar sezeryan doğuma girecekmiş. Önceden randevu ile doğum. Annemler dahil herkes "bak işte ne rahat. zenginler işte böyle, rahatlar. çeker mi onlar öyle sancı , canları tatlı" vs gibi geyiklerle oyalanmışlardı bir müddet. Sonra da yine ilk başta ünlüler ve manken tayfası gündeme geldi böyle. Derken doktorlar da alıştı ve işin kolay yolunu bulup cukkayı doldurmaya başladılar. Tabii ki her doktor için demiyorum bunu. Anasının gözü olanlar var , hasta değil de müşteri yaklaşımında olanlar var onlar için diyorum. Her neyse...

Sonra az biraz yıllar geçti ve bu 'zenginler' yapay lükslerden sıkılmaya (vazgeçmeye değil ama sıkılmaya) başladılar ve yeni bir moda yaratıldı. Detokslardan, yogalardan, organik gıdadan kısacası 'vitrinde' bir doğal yaşamdan oluşan bir 'trend' bu. Halen de moda. İşte bunun bir kolu olarak da şimdi normal doğum da moda oldu. Bu nasıl para kazandırıyor ki moda oldu derseniz (içinde para olmayan birşey moda olamaz) , yoga kursları , özel yoga hocaları, organik ürün mağazaları (kıyafetinden sabununa...) , nomal doğuma hazırlık kursları, normal doğum koçları gibi işler ve işçiler var ve bu sayede çok talep görüyorlar... Aslında bunlar iyi şeyler. Yani enerji ve para iyi şeylere gidiyor :) Ama tabi yaklaşım farklı olduğundan konular da biraz amacından sapıyor. Biz köle kısmısına da yansıyor bu modalar ve bizde iyice 'freak' bir hale bürünüyor bu.

Normal doğum moda, buna dair kitaplar öneriliyor, link' ler gönderiliyor, hikayeler anlatılıyor, "kızıııım bilmemne epidural bile taktırmadan normal doğurmuş" , "vaaaaaaaaaaaaaaay" lar havada uçuşuyor :) Biraz daha analitik olanlarımız var onlar da : "e annelerimiz bizi nasıl doğurmuş o zaman bööle sezeryan yapılmıomuş ki?" , "eski kadınlar gibi güçlü değiliz, oturarak çalışıyoruz onlar tarlada çalışıyorlardı onların kasları kuvvetli tabiiiii" gibi dönen geyikler var. Herkes birbirine normal doğum yap diye akıl veriyor. Böyle komedi bir durum yani. Şimdi bir çoğu da normal doğum diye başlayıp bilmemkaç saat sancıdan sonra bazen gerçek riskler yüzünden bazen de doktorun yaklaşımı yüzünden gene sezeryana dönüyor... Her neyse. Bu hikaye meselelerinde asıl komik olan durum şu : herkes kendi doğum hikayesini ve özellikle de bu hikayenin acılı , kötü kısımlarını paylaşmaktan büyük haz alıyor. Sanırım insan doğası bu. Ben böyle acı çektim, benim yaşadığım deneyim senin yaşadığın deneyimi döveeeer gibi bi doğamız var... "Kızım o bişey mi ben dikilirken hissettim resmen" , "o da bişey mi ben neşteri hissettim" :)

Hadi tamam dedim ya mazur gördük bu anlatılanları çünkü insan doğası bu dedik (ki diil aslında da neyse) ama medeni diye nitelendirilen insanlar sınıfındasınız, bu tür hikayeleri özellikle hamilelere anlatmak niyedir? :) Ben buna "hamilelik terörü" diyorum. Bu terörün "aaa kola içme, sakın kahve içme, onu yapma bunu hedeleme" gibi baskılarını çok güzel bertaraf ettim şimdiye kadar :) Cevabım netti : "bu konuda tek bir otoriteyi dikkate alırım o da doktorum, o da bana bunları yasaklamadı hatta hamileliğimi yasaklar silsilesi olarak görmemden sakınmamı ve rahat olmamı önerdi. siz ne derseniz diyin". Buna karşılık şunu diyen bile oldu "oh yeter ki sen rahat ol, çocuğa ne olursa olsun". Ahahaha kendini düşünen, bilinçsiz, bebeğini sallamayan anne olduk bir de ! Bütün hamileliğim de bunları diyen insanlardan daha kolay ve güzel geçiyor bir yandan o da ayrı konu :)

Şimdi diyelim ki çocuğum 15 yaşına geldiğinde bir hastalığı olursa "sen kola içtin ondan oldu" derlerse şaşırmicam :) Tamam bu da insan doğası. Hatta atasözü bile var : kedi ciğer vs... Yani sana yasak diil bana yasaksa ben senin özgürlüğünü bir yerden kötülemeliyim ki kendimi iyi hissedeyim. Tamam insan doğasına sığınmayayım artık. Biliyorum öyle değil sonradan edinilmiş bir eğilim bu ve kabul ediyorum bende de var. Ama biraz daha seçiciyim ben kendime göre :) Yani bööle ufak tefek konulara yanaşmam ben. Hamileyken kola içmemek bıdı bıdı filan önemli bir olay değil bence. Tercih işte sen iç ben içmiyim ya da senin doktorun daha az risk alır benimkisi cengaverdir filan... Ne olcak abi, hangi otorite, doğumdan sonra oluşabilecek olan bir olumsuzluğua "bu kola yüzünden oldu!!!" diyebilir ki :) Peeeh

Ya bi dakka ben bu terörün doğum yaklaşınca olan kısmını anlatıcaktım aslında. Bunu savuşturmak kola içme konularını savuşturmak kadar kolay değil. Hani bu kötü hikaye anlatma heveslilerini. Çünküü bunlar sivrisinek gibi. Daima kulağına gelip vızıldıolar. Tuvalette, yemekhanede, cafe' de, markette, servise yürürken, masanda oturup çalışırken. vııııııızzzzzzzzzzııızzzzzzzzzzz. Hani elle savuştrursun , tam rahat etmişken gene bulur seni. Öldürmeden rahat edemezsin. Tam öldürdüm diyip tüm tedirginliği üstünden atmışken yeni bir tanesi gelir ve baammm sinir katsayı göstergen tavana vurur... İşte ööle bişey.

Bazı anneler... Aslında benim bulunduğum mekandaki nerdeyse tüm anneler :) Vızıl vızıl gelip gelip bana acı , kötü deneyim anlatıp anlatıp gidiyolar :) Sus bana anlatma diyorum ama nafile. Kimi duymazlıktan gelio kimi yok beee sende de ööle olacak diye bişey yok diyip devam ediyor anlatmaya. Tamam cahil diilim biliyorum ki , her vücut başkadır, herkesin yaşayacağı deneyim özellikle doğumda farklıdır ve hatta bir annenin iki doğumu arasında bile dağlar kadar fark olabilir ama bu canımın sıkılmasını tam anlamıyla engellemiyor. Hani bir işkence türü vardır ya, kafanın belli noktasına saatlerce birer damla soğuk su damlatmak şeklinde. Kulağa basit geliyor ama insanı çıldırtıyor. Beni asıl çıldırtan kısmı hikayeler sonucunda endişeleniyor olmam filan diil. Onu bertaraf ediyorum bir kaç saatlik telkin sonucunda :) Ama ne gerek var di mi? Korku tüneli gibi. Olmicak bir sürü şeyden korkuyosun. Gereksiz yere...

Beni asıl çıldırtan bu denli düşüncesiz ve hırslı olmaları. Düşüncesiz olma yönünde bir hırs var. Cidden. Hele bir arkadaşım var , kendisini de severim aslında ama onun bu huyu zaten had safhada. Sırf doğum değil konu ne olursa olsun kendini anlatmayı ve de kötüyü ses ve mimikleri ile vurgulamayı seven bir arkadaşım. Keşke görseniz ya da yanımda olsanız da taklidini yapabilsem. Çok komik oluyor :) Böyle kötü bir şeyi anlatırken tam yüklem kısmında sesini biraz kısıp, gözlerini koskocaman açıp sana doğru 2-3 santim yaklaşıyor. Konunun sonunda burnunun dibine kadar girmiş olabiliyor :) Engellemek için araya "sus, git" ler soksan da o cümlelerine başlamış oluyor ve bitirmeden de gitmiyor. O an telefon çalsa , biri dürtse görmüyor. Çok başarılı bir korku hikayesi anlatıcısı aslında. Geçen gün bana anlattıklarını ve mimiklerini düşündükçe çok gülüyorum hala...Kısık ses, gözler arada büyüyor ve gittikçe suratıma yaklaşıyor (ben sandalyede oturuyorum o ayakta düşünün işkenceyi) : "nefes alamadım ben! yana çevirdiler beni ama gene alamadım! oksijen vermek zorunda kaldılar! ama gene alamadım! hasta bakıcı bu yaptığım için şimdiden özür dilerim dedi ve kaburgalarıma bastırdı ! zaten nefes alamıyodum boğulur gibi oldum! sonra diğer doktor bana "şimdi karın zarınızı çekicem ve dikicem biraz tuhaf hissedebilirsiniz" dedi! ve işte o an çok kötü oldum!" vs.... :) bu anlattığı epidural sezeryan... aslında ne kadar basit bir hikaye ama o öyle anlatınca film gibi oluyor :) dedim ya başarılı bir anlatıcı. bu sabah da 2-3 kadın çevirdi beni, biri diyor "genel anesteziden sonra uyanınca acıdan ölüyosun ama epiduralde daha az ağrın oluyor". "olur muuuuu" diyor öteki "benim hemen epidural sonrası bir acım başladı ağladım bütün gün, ağrı kesiciler fayda etmedi". üçüncüsü "en güzeli normal doğum" diyor. "ben sancılarım geldiğinde normal gaz sancısı sandım sonra suyum geldi gittik hastaneye , doğumhaneye aldılar epidurali taktılar ben sohbet ettim insanlarla ve 7-8 ıkınma sonucu doğurdum". diğer ikisi "hahahahhahah sen şanslıymışsın kızım benim bir arkadaşım 36 saat sancı çekti artık doğurmaya gücü kalmamıştı o yüzden sezeryana aldılar". diğeri "ben zaten o pelvik muayene sırasında vazgeçmiştim normal doğumdan". bu sefer hepsi birden "ay ay ayayay o pelvik muayene çok kötüüüüüü ben ağladım, ben çığlık çığlığa inlettim ortalığı, ben a.ı g.tü dağıttım, ben dağları deldim, ben ben ben ben !!!" :)

Sıkıldım... Ben zaten gebelik, doğum vs bu konularda yeteri kadar ve doğru kaynaklardan araştırma yapıyorum, doktorumla konuşuyorum. Hiçbirşeyi abartmıyorum. Sonuçta bu doğal bir süreç ve 'insan doğası' (bu sefer oldu bak) o bebeğin doğması için mucizevi şeyler yapıyor ve doğuruyor bebeği. Bu süreci bu kadar kontrol etmeye çalışmak neden? Bırakın kendi haline bebekleri ve anneleri.

Bu terör çılgınlarını da kendileri ile başbaşa bırakmak istiyorum. İçmedikleri kolaları ve acılı hikayeleri ile rahat rahat yaşasınlar. Ama gün gelir de bilmedikleri bir deneyim geçirecek olduklarını duyarsam at sineği gibi biticem başlarında. Yapışıcam üstlerine. Çocukken okuduğum Stephen King romanlarının içime işlemiş korku hikayelerinden hallice hikayeler anlatıcam onlara :)

Şaka şaka... Banane. Ne halleri varsa görsünler. Ben diğer tüm anne adaylarına yaşadığım bu güzel hamilelik deneyimini tüm güzellikleriyle anlatıcam. İyi ki hamile kalmışım, iyi ki doğurmuşum dicem :) Canım arkadaşım Özge gibi... Hep güzel düşündü ve hep güzel şeyler yaşadı ve hep güzel şeyler anlatıyor... Bol kahkahalı bir anne o... Herkes keşke onun gibi olsa...

Bu arada...Evet 1 senedir yazmıyorum bloguma. Ve evet hamileyim :) Bugün 32. haftam bitti. Ve evet kocamı her zamankinden çok daha fazla seviyorum. Ve evet o da beni daha çok seviyor :) Aramızdaki iletişim ve hassasiyet de eskisinden daha güçlü. Dünyada başka hiçbirşeye ihtiyaç duymayan mutlu bir çift olduk :)

Hayatımın en mutlu ve net dönemini geçiriyorum. Tüm flu' luklar gitti :) Tabi ki bazı sorunlar oldu. Tiroidim bir ara korkuttu, gıda zehirlenmem korkuttu, detaylı ultrason korkuttu ama sonra geçti hepsi :)

Östrojen sağolsun, daha sağlıklı ve huzurluyum. Saçlarım dökülmüyor, yağlanmıyor. Incık cıncık konulara kafamı takmıyorum. Umarım kızımız dünyaya geldikten sonra da böyle bir insan olmaya devam ederim... Hormonlarla gelip giden şeyler olmasın bu duygular... Hep kalsınlar çünkü böyle hayat daha güzelmiş :)

Cumartesi, Şubat 13, 2010

C'est pas moi, je le jure!

O kadar güzel bir film ki... O kadar ince, o kadar derin , o kadar özene bözene yapılmış ve o kadar da sade ki... C.R.A.Z.Y. den sonra izlediğim en güzel film belki de... Ve yine C.R.A.Z.Y. gibi bir Quebec filmi...

Filmdeki mekanlar da o kadar güzeldi ki... Araya serpiştirilmiş 2-3 tane Yunanistan görüntüsü de filme o kadar güzel bir sıcaklık katmıştı ki. Bütün bunlar çok ince ruhlu ve deneyimli bir elden çıkmış diye düşünüyor insan. Yönetmen hakkında ise hiçbirşey bilmiyorum... Ama takdir ediyorum...

Film bitip de yazılar akmaya başladığında film yeniden başlasın ve hemen bir kez daha izleyeyim istedim. Doyamadım. O kadar etkiledi ki beni...
İnsan psikolojisi üzerine filmler bir de özellikle çocuk psikolojisi ve çocuğun gözünden anlatım varsa ve de bu filmdeki gibi özenli ve ince ise çok etkiliyor beni... Bu yazdıklarımdan öyle hüzünlü bir dram filmi gibi de gelmesin, yer yer o kadar fena kahkahalar attırıyor ki insana... Filmin içinden çıkıp bir anda yalnız olmadığınızı farkettiriyor...
Daha fazla bişey anlatamayacağım. Bir yolunu bulup izleyin...
Sevgiler...

Cumartesi, Eylül 05, 2009

The Dreamers


Yaz bitti sayılır. En azından fikren ve ruhen bitti :)

Her yaz sonunda bu kadar özler miydim ben sinemayı? Ve her sinema özlediğimde aynı filmleri tekrar tekrar izleyesim gelir miydi bu kadar?

1-2 haftadır kaşınıyorum zaten. Birşeyler izlemem lazım. Ama ilk kez değil. Bildiğim sevdiğim ve bana o ruhu yani sinema ruhunu hissettiren, içinde bulunduğun anı ve dünyayı unutturan filmler...

Bu arada şansıma yeni ve güzel bir film de izledim. Inglorious Basterds. Onun tadı henüz damağımda ama ben yine de eski tatlardan alamıyorum kendimi.

Mesela The Dreamers benim için çok özel bir film. İlk izlediğimde öyle hissetmemiştim aslında. O dönemler The Dreamers' ı izlediğimde beğenmiş ama filmde yapılan gönderme ve bahsi geçen klasikleri bilmediğim için biraz uzak hissetmiştim kendimi filme. Yıl 2004' tü sanırım. Zaten optimizasyon yıllarımdı :) Topluma karşı gelmekten vazgeçmenin dayanılmaz hafifliği :)

Aslında hayatımda özel yerleri olan 2 filmi de 1-2 gün arayla ilk defa izledim o yıl. The Dreamers ve Duvara Karşı. Duvara Karşı daha çok etkilemişti o zamanlar beni. Şimdi ise bu iki filmi kıyaslamam bile. O kadar farklı yerler kaplıyorlar ki bende. Bir kere Duvara Karşı' nın çok iyi bir hikayesi var. Hem çok gerçek hem de çok hayal. Hikayeler ilk vuranlardır zaten. Düşünür durursun. Filmi kafanda izler durursun. Bir zaman sonra çok seyrettiysen replikleri tekrarlar durursun... Duvara Karşı' yı izledikten sonra The Dreamers çok etkilememişti beni. Dediğim gibi bilgi olarak uzak kalmıştım. Ama çoook kendine has, çok kendisi için yapılmış bir filmdi. Çok özeldi. Aradan yıllar geçti Duvara Karşı' yı heralde 10 kez filan daha izledim. The Dreamers' ı ise bir daha hiç izlememiştim.
Fakat...

6 - 7 ay önce tesadüfen evde yalnız olduğum bir Cuma akşamı (şimdi olduğu gibi) Digiturk' te rastladım ve izlemek istedim. Kendimi, varlığımı, mekanı, zamanı unuttum izlerken... Ne kadar güzledi... Ne kadar saf ve kendini anlatan bir filmdi. Ve hiç heves ve coşku kaybetmeden aynı gece Digiturk' teki tekrarını da izledim. Bir karesini bile atlamadan. Sonra filme sahip oldum zaten ve sinemayı özlediğim şu günlerde yine daldım o güzel dünyaya... Ama bu sefer biraz daha farklı. Sahneleri durdurup inceleyerek, tekrarlayarak... Ne kadar yaşayan bir filmmiş o... Bir kere o mekan. Tamam Paris olması ayrı, yılın 1968 olması ayrı ama asıl o ev... Dekor değil gibi... Hayat var o evde. O yüksek tavanlı, çok eşyalı, rengarenk ve yaşlı evde çok genç hayatlar var. Hep kalmak istediğim o yaşlar. Yirmili yaşlar. O yaşların sorumsuzluğu, zamanın önemsizliği, coşku-duygu-ruh dolu , dengesiz halleri....
Müzik... Sinema... Cinsellik... Aşk...
2 erkek 1 kadın.
Ensest...
Paris...
1968...

Bana göre müziğin en çok anlam ifade ettiği yıl 1968. Hem politik hem de duygusal alanlarda... Jim Morrison' ın, Janis Joplin' in, Jimi Hendrix' in varlığının bile yetebileceği yıllar 68' ler... İnsanlığın hem birey hem de topluluk olarak daha karakterli, daha güçlü olduğu yıllar. Sonrasında ise kopuş başladı; medya güçlendikçe insanlar birey olarak güçlerini yitirdiler... Dünya bizim değil artık... "They got the guns but we've got the numbers" değil artık...

Sevgili Jim... Bu filmde de varsın...

Evet ben The Dreamers' a geri dönmeliyim zira onu yazmak istiyorum bir yandan DVD player' da akarken.

Bertolucci' nin bu filmi sırf kendisini ve sinema sevgisini tatmin etmek için yaptığını okumuştum bir yerlerde. Doğrudur. Bir hikaye anlatmak ya da bir ya da birkaç temel düşünceye dayanmak, gerçekleri yansıtmak gibi bir niyeti yok filmin. Tabuları yıkmak ise bence hiç umru değil. O zaten kafasındakileri yansıtmış. "Tabuysa tabu ben bununla ilgilenmiyorum. Tabu olduğunun farkında bile değilim... Gözümden kulaklarımdan aksın gitsin görüntü ve replikler... Her biri tanıdık olsun. Her biri çok bana ait olsun. Kim ne der, ne düşünür, sever mi sevmez mi derdim olmadan kendim için bir film olsun..." demiş gibi hissettiriyor bu film bana.


Herşey bir yana o gençlik duygusunu nasıl da unutmamış Bertolucci? Oyuncuların da genç ve diri olması zihinlerde yer eden sahneler için lezzeti artırıcı bir tat olmuş :)

Louis Garrel : Çirkin ama fazlasıyla seksi...

Michael Pitt : Maskülenlik ve feminenlik arasında bir seksi...

Eva Green : mmmm... Venüs ? :)

Bu kadar gençlik, bu kadar müzik, bu kadar seksilik filmi nasıl erotik kılmaz? Hiçbir açık sahnesi olmasa bile aşırı erotik bir film The Dreamers...

En sevdiğim sahneleri arasında Michael Pitt yorumu ile 'Hey Joe' nun çalmaya başladığı, Matthew, Theo ve Isabelle' in küvette uyuyakaldığı sahne başta gelir sanırım. Bunun sebebi çok dolaylı ve bana özel aslında. Benzer yaşlarda iken sırf insanlarla birarada olmak, tanımak, ortak duyguları paylaşmak için şu an asla rahat edemeyeceğim ortamlarda nasıl da umarsızca konforlu olduğumu bana hatırlattığı için galiba. Anlatmam zor. Ben de hafızamdaki görüntülerden referans alıyorum zaten...
Aile ile mutfakta yemek yedikleri sahne... Hiç aşina olmadığım bir aile modeline tedirginlikle özendirdiği için sanırım... Bunu da anlatmam zor. Herşeyin bedeli var gibi birşey geliyor aklıma o yüzden tedirgin ediyor. Hiç girmeyeceğim buraya...

Sinemaya olan tutkuları... Bunu yansıttıkları her sahne... Bertolucci' nin üç karakteri de kadraja sığdırdığı estetik ve büyüleyici sahneler... Hepsi, hepsi çok güzel...

Matthew' un masadan yere Isabelle' in üstüne doğru indiği sahne... Isabelle' in ayaklarından başlayarak dudaklarına kadar duygularını anlatarak çıktığı sahne... Kanlı öpüşme sahnesi... Theo ile Matthew' un birlikte uyudukları sahne. Ve en sonunda; özgürlüklerinin ve kendilerine ait dünyalarının sona ereceğini anladıklarında, evin salonunda mumları yakıp tüller ve örtülerden kendilerine çadır yapıp güvende uyudukları çocuksu sahne... Tabusuz özgürlüğün son sahnesi... Çocukluktan ergenliğe geçiş... İnsanlar doğuştan itibaren cinsel içgüdüye sahiptirler ve bu dürtünün tabularla sınırlandırılmadığı tek zaman çocukluktur... Çünkü o zaman daha cinsellik adlandırılmamıştır ve tabu da yoktur...
The Dreamers' ta beni en çok vuran sahnelerden biridir. Bu masumiyetin kaybolduğunu ve buna karşın çocukça bir savunma duygusu ile çadırın altında uyumak ve sonsuza kadar da orada Theo ve Matthew ile birlike uyumak isteyen Isabelle' in hava gazını açtığı sahne...

Her sahnesiyle beni içinde bulunduğum zamandan, o andaki gerçeklikten en çok uzaklaştırabilen, film olduğunu unutturup içine gireceğime inandığım film... The Dreamers...

Saçmalıklarıyla ve kopukluklarıyla da bence mükemmel. O yaşların ruhu zaten öyle olduğu ve bunu yansıttığı için. Yarım kalmışlığı, eksiklikleriyle de bence bir bütün. O dönemin başkaldırışı da öyle olduğu için. Seyirciyi düşünmemesine rağmen bence çok içten ve samimi. Ruhu olduğu için...

Kimse sevmese bile neden diye sorgulamayacağım bir film. Sadece bana içini döktüğü için ;)


I'm a spy...

In the house of love...

Cumartesi, Ağustos 29, 2009

Dönüş...

Tatilin sonuna geldik. Sonunda gezip dolaşıp gene Alaçatı' da geçirdiğimiz son günün sabahında yola çıkmaya 1 saat kalmış. 1 saat içinde özetleyebilecek miyim bilmiyorum. Yetişmezse yolda devam ederim :)

Dönüşler üzücü olur hep ama ben öyle buruk değilim. Belki de 2 hafta süren uzun tatilin yorgunluğundandır :)

İlk durağımız olan Alaçatı' da 7 gün kaldık. 2 sebepten. 1 : Eraycım grip oldu. Denize giremedi, geceleri eğlenemedi, bazen ateşi çıktı :( Yola çıkmayalım bu halde dedik. Bir de zaten Alaçatı çok güzel, yapacak çok şey var, sıkılmıyor insan.


En son gün keşfettiğimiz Çiftlikköy' deki Kum Beach (yeni adıyla Fun Beach, ki bence yeni isim hiç uymamış. Çeşme' nin tüm plajlarından daha sakin daha huzurlu bir yer çünkü) benim şimdiye kadar gördüğüm en güzel denize sahip. Bembeyaz bir kum, buzzz gibi ve tertemiz bir deniz... Hani wallpaper yaparız ya o göz alıcı parlak deniz fotolarını, işte onlardan. Denizin üstüne kurulan çardaklar ise çok iyi fikir ama pahalı... Zaten Çeşme' nin en kötü tarafı pahalı olması. Şaka diil Bodrum veya Marmaris' in 2 katı kadar filan pahalı. Tüm paramızı yedi burası :)


7 gün sonunda Eray biraz daha iyi olunca yola çıktık Göcek' e doğru. Akşam vardık ve Zeynep' le Necla' yı karşıladık. İyi ki buluşmuşuz. Çoooooooooook güzel vakit geçirdik birlikte. Sanırım dünyanın en iyi arkadaşları onlar. Tarif edemem ne kadar sevdiğimi. Gösteremiyorum da zaten... Yetmiyor ne yapsam sevgimi anlatmaya. Bu konu ayrı bir post konusu olur şimdi hiç girmeyeyim ama iyi ki varlar, iyi ki birlikte tatil yapmışız. Keşke onların sevdikleri de yanlarında olsaydı tatilde... Zeynebimin gözleri dolmasaydı keşke zaman zaman. Ama o da olacak birlikte de gidicez ;)
Neyse Göcek' e gelme sebebimiz tabi ki tekne turuydu. Biz biraz daha ileri gidip özel tekne kiraladık. İyi ki de yapmışız çünkü hem diğer tekne turlarının girmesinin yasak olduğu koyları görebildik hem de diğer teknelerde 10 km uzaktan duyulabilecek kadar gürültülü, bir sıfat bulup tarif edemediğim müzikler yerine benim yol için hazırladığım müzikleri dinleyebildik. Kimse ile muhatap olmak zorunda kalmadan bizbize istediğimiz gibi takıldık o muhteşem koylarda. Tatilin en keyifli anlarından biri oldu tekne turumuz. Deniz ve doğa gerçekten güzel. Ancak deniz dibi için aynı şeyi diyemeyeceğim çünkü dipte hiçbirşey yok. Renk yok bir kere. Nedenini merak ediyorum ayrıca araştıracağım. O küçümsediğimiz Bodrum' un denizi bile rengarenk iken bu güzel koylardaki denizin dibi bomboş... Ha bu arada Cem Uzan' ın adasını Zorlu almış bu sene. Artık hiç mi hiç yanaşılamıyor. Günde 8 tanker su taşınıyor adaya. Bitkiler özel getiriliyormuş filan. E madem öyle neden mevcut bir ada aldınız yahu? Bırakın adalar olduğu gibi kalsın siz gidin yeni bir ada yapın madem... Marmara' ya yapmayı planladığınız gibi... Peh peh peh....
İşte Göcek' in en önemli özelliği de yatçıların mekanı olduğu için böyle kodamanların olması :) Monik-Ceri Benardate ile yemek yedik misal ;)
Bir vilallar serisi gördük sahilde sormadan edemedik. Garsona sorduk ama meğersem sahibi yan masamızdaymış. Bir bayan. Ajda Pekkan kıvamında. 270 bin euro' dan 1.6 milyon euro' ya kadar çeşitli villalar varmış. Türk de yabancı da alıcısı varmış.

Port Göcek ise zaten Avrupa' daki en güzel marinalardan biri. Ekolojik bir marina. İçeri langır lungur giremiyosun zaten.
Onun dışında nerede yersen ye yemekler çok güzel. Son gece denizin kenarında yediğimiz ahtapot ve laos muhteşemdi.
Sonuçta sakin temiz ve güzel bir yer Göcek... Ayrı dünyanın insanlarının sahip olduğu...

Oradaki işimizi bitirip ertesi gün hemen Bozburun' a doğru yola çıktık. Hiçbirimiz görmemiştik daha önce. Necla' ya tavsiye edilmiş, bana tavsiye edildi. Ekşi’ deki yorumlar halliceydi filan derken gidelim dedik. Yolda Marmaris' e uğradık. Orada annemler bir arkadaşlarına uğramışlardı. Hem tatil hem ziyaret amaçlı. Zerrin Teyze Marmaris' in yerlisi. Rotamızı anlatınca (Bozburun-Akyaka-Palamutbükü) Bozburun' a şaşırdılar bi ailecek. Oraya neden gidiyorsunuz hiçbirşey yok diye. Ben de işte o yüzden gidiyoruz dedim. Hiçbirşey olmadığı için. İnsan eli ile bozulmamış bir yer görelim istiyoruz filan... Dudak kıvırdılar biraz. Eray da kıllandı o andan itibaren.
Kıllanmakta haklıymış. Şimdi Bozburun bende tamamıyla büyük bir soru işareti. Şöyle ki; gittik gördük, Necla sevdi bir tek. Diğerlerimiz bir daha gelmeyiz dedik. Ama ben dediğim gibi bir soru işaretine sahibim. Cevabı bulmak için başka hayatımda belki gene giderim. (başka hayat = sonsuz zamanımın olduğu bir hayat). Bir kere doğa namına pek birşey yok gördüğümüz. Bozkırlar içinde geniş birkaç koydan ibaret. Denizi göl gibi. Ama ölüdeniz misali değil. Rengi bildiğimiz görmeye alışık olduğumuz deniz renginde. Açıklarda yatlar demirli duruyor. Bir şekilde atıklarını da burada boşaltıyorlar demekki çünkü deniz köpüklü su şeklinde… Denizde pet şişe ve poşetler de yüzüyor ara ara… Bir de akşamüstüne doğru Marmara gibi denizanası baskınına uğradı.
Sessizliğine birşey diyemeyeceğim, gayet sessiz ama cırcır böceği sesi de yok. Çünkü pek ağaç yok. Pansiyonların bahçelerindeki asmalar güzel. Bir de Bozburun bana 90-91 yıllarındaki Türkbükü’ nü anımsattı. O zamanlarki Türkbükü ile şimdikinin hiç alakası yok. O zamanlar Türkbükü de aynen böyle köhneydi ancak birkaç sanatçı oraya yerleşmiş bazı yerler de ona istinaden böyle pahalıydı. Denize minik iskelelerden girilir hemen yanından da ancak bir araba sığacak bir yol geçerdi. Aynen Bozburun da böyle şimdi. Türkbükü ile aynı kaderi paylaşırsa bundan 10 sene sonra Bozburun’ da da sadece aldığımız nefes bedava olur…
İlk olarak Pembe Yunus pansiyona gittik. Eski bir yer, kocaman teraslı 2 odalık apart katı dışındaki odaları çirkin. Ama o teras katı cidden çok güzel. Sıcakta basiretimiz bağlandı ve biz pansiyon seçemediğimiz, kimimizin tansiyonu düştüğü kimimizin de çıktığı için yazı tura ile pansiyon seçtik ve lavabosundaki musluğu açtığınızda giderin boru ile ayaklarınıza aktığı bir pansiyonu seçtik Pembe Yunus yerine. Hata ettik. Ama olsun herşeyi doğru yapmak zorunda değiliz ya :) Orfoz diye çok ünlü bir restoran varmış. Karı koca kendileri pişirirlermiş denizden çıkan herşeyi. Sorduk, yer bulamazsınız dediler. Nitekim bulamadık. Zaten kişi başı 150 TL filan ödersiniz dediler. Nasıl yani? O bişi diil onun yanındaki Sabrina’ s House’ da konaklamanın bedeli gecelik 450 euro imiş. Üstüme iyilik sağlık ne gibi birşeye gecelik bu kadar para verir insan? Eşsiz bir keyif dense bile o parayla alındıktan sonra ne anlamı kalır ki o keyfin? Daha da ilginci Mart’ tan itibaren doluymuş orası. Bir PEH de burası için veriyorum ve soru işaretimi burada koyuyorum. Nedir yani betondan denize girdiğim pis pansiyonları olan sessiz ama doğası olmayan terkedilmiş \ eskitilmiş hissi veren bu yerin özelliği? Bülent Ortaçgil’ e sormak lazım çünkü onu orada gördük. Meğersem evi varmış orada. (bkz Türkbükü’ ne yerleşen sanatçılar – 1990). Şarkı bile yazmış orası için. Evini gördük uzaktan. Evden ziyade bir villa gene. Hem de kimselerin ulaşamayacağı kadar izole bir yerde. E yani :)
Neyse Bozburun’ da en azından geceyi güzel geçirdik ama biraz zorlama oldu. Şöyle ki. Yemek yiyecek bir yer bulamadık. Balıkçıların hepsi önceden rezerve edilmiş ve doluydu. Bende gene soru işaretcikleri tabi… Vazgeçtik bari kahve içelim dedik. Denizin kenarında 3-5 masası olan ve güzel müzik çalan bir yere oturduk. Kahve istedik , belli bir saatten sonra vermiyorlarmış çünkü yemek pişirildiği için ocaklar dolu oluyormuş. Ben de nescafe' yi ocakta pişiricem bundan sonra sanırım daha lezzetli oluyor. İyi de kime yemek pişiyor acaba tek müşteri biziz. Neyse… Peki bira alalım o zaman. 4 kişiyiz 2 masa birleştirelim. Müessese : Ama başka müşteri gelirse masanızı ayırırız. Biz : İyi aman cehenneme kadar… Neyse bunlar olurken Necla henüz gelmemişti. Masaya gelince olanları anlattık ve müesseseye dersini verdi ve ondan sonra bir güzel ağırlandık sormayın. Necla kahve içmeyecek olmasına rağmen kahve istedi. Aynı cevap gelince Necla’ dan küçümseyici bir tavır yedi müessese adamı. Ben bir şey almayacağım o zaman. Bir zaman sonra Necla menü istedi. Menüde balık yok! Menüyü inceledikten sonra ne istersiniz diye gelen garsona gene küçümseyici bir tavır : balık yiyecektim ama balığınız yok ben bir şey almayacağım diyerek yanıt bile beklemeden bizimle sohbetine devam edince Necla , müessese adamı alınmış olacak ki hava atmaya geldi.
- Bizde balık var ! Hem de taş levreği.
- O da neymiş?
- Taşların arasından yakalanıyor.
- Hıh ilk defa duyuyorum.
- Eğer vaktiniz varsa mangal yakıp mangalda da yaparız.
- Diğer alternatif?
- Özel döküm tavamızda yağsız yaparız.
- Mangal yakın o zaman.
- Hayhay
Necla’ ya özel mangal yakıldı. Balığı bir güzel pişirildi. Güzelce sunuldu. Ayıklarken ışık ihtiyacı yüzünden tealight sayısı artırıldı. Ellerini yıkasın diye cam kasede begonvilli su ve bez getirildi. Eğer biraz daha kapris yapsaydık ayaklarını da yıkayacaklardı ama bir yerde durmak lazım. Sonuç : kapris işe yarıyor :) Müzikler ilginçti, zaman zaman Edith Piaf, zaman zaman Beatles zaman zaman ise ‘mery christmas’ şarkıları :) Ambele müziği diyorum ben buna… Yıldızlar güzeldi ama samanyolu seçilmiyordu gene pek.
Keyifli sohbetler ettik. Romantik olduk. Daldık gittik… Necla ve kediler de doymuş bir şekilde kalktık. Sabah erkenden Necla uyanıp pazarı dolaşıp sonra da denize girmiş. Sabah denizi hep güzeldir. Valla aferin Necla’ ya… Hayattan keyif almasını biliyor ne diyiim. Erkenden kaçtık sonra Bozburun’ dan. Orfoz ve Sabrina’ s House soru işaretlerimle. Bu arada Sabrina değilmiş artık oranın sahibi. Bir Türk’ e satmış.

Bozburun’ un uzun yolunu aşıp ana yoldan pat diye varılan Akyaka’ ya geldik. Birden kendini başka bir dünyaya ışınlanmış hissediyosun. Çamların arasında bir kasaba. Ahşap evler… Gerçi yeni yapılan site şeklindeki ahşap evler can sıkıcı ama yapcak bişi yok. Otelimizi ise anlata anlata bitiremem. Çok cici bir otelde kaldık. Nefisssss… Ahşap balkonu enteresandı. Balkonu genişletmek amaçlı her iki yanına çıkma ahşap oturak yapmışlar. Oturunca altındaki ahşabın arasından aşağıyı görüyosun yani aslında balkondan asma bir yerde oturuyosun. Yaratıcı tasarım. Hem şık hem fonksiyonel hem de keyifli. Havada asılı oturmak :)
Sorduk nedir ne yapılır burada diye. Azmak turuna gidin hemen dediler.Azmak oradaki dere. Girebiliyorsnız dereye girin, insana şifa verir dediler. Huzur verir dediler. Aman aman biliyoruz heryerin suyu öyledir zaten :) Tekneye bindik bir baktık ki dere bildiğimiz dereler gibi değil suyun altında bambaşka bir dünya var. Öyle ki hiçbir yerde görmediğim su altı bitkileri, çiçekler, dev sarmaşık gibi ürkünç bitkiler, kocaman balıklar. Üstünde kaplumbağalar, ördekler, kazlar, uçuşan mavi kelebekler. Ben ilk defa gördüm mavi kelebekleri. Su samuru da varmış ama biz göremedik. Suyun dibi çoook güzeldi. Fantastik filmlerdeki dünyalar gibi. Korkunç ama güzel. Suyun özelliği şuymuş : sodalı ve çok soğuk. Berraklık 11 mt olan derinlikte bile dibi çok net bir şekilde görmenizi sağlıyor. Suyun sıcaklığı 9-10 derece civarındaymış.


Girmek isteyen var mı diye sordu kaptan. İki kadın çıktı girelim diye. Önce tereddüt ettiler ama birbirlerini gaza getirip atladılar buzzz gibi suya. İlki atladı ve boğuk boğuk bağıra bağıra çıktı. İkincisi atladı ve “küfür etmicem küfür etmicem” diye diye çıktı. Ama o kadar keyif aldılar ki tekrar tekrar atladılar suya. Her seferinde çok kalamadan çıktılar. Dediler ki : çok güzel, tarif etmesi zor bir duygu. Kesinlikle üşümüyorsun aksine su vücudunu yakıyor ama yanma gibi de değil güzel bir şey anlatamıyoruz. Tekrar atldılar. Çok iyi gelmiş su dediklerine göre. Canları tatlı tatlı yanmış, elleri ayakları karıncalanmış… Ama tekrar tekrar girmek istemişler hep, su onlara enerji vermiş, capcanlı hissetmişler… Teknedeki diğerlerine de mutlaka girin çok güzel dediler. Tarif edilemez dediler. Ama bu ikisinden başka kimse girmedi suya… Kadınların adı Necla ve Duygu’ ymuş ;)

Neclaaaaa, şu hayat dolu ve canlı olmayı bi öğret bana da yaaa. Nasıl bir uyum o öyle? :)

Azmak ölmeden önce görülmesi gerekenlerden…

Oradan sonra denize bir bakalım dedik. Plaj hiç güzel değil açıkçası. Orman içinde kamp varmış oradan yürüyelim dedik. Arada kayalardan inmeye ve denize girmeye müsait yerler var gözüküyodu. Çamlar arasından yürüdük. Bir yerde kayalara indik ve denize oradan girmeye karar verdik. Deniz dalgalı ama çok güzel gözüküyodu. Kamptan birkaç ufaklık kız geldi. Kayalardan korkusuzca atlayıp durdular. İp bağlamışlar kayaya oradan tırmanma yeri var çıkmak için denizden. Biz de onlardan aşağı kalamayız tabi. İlk Necla atladı, peşinden biz. Kızlar anlattı bazı yerlerde su kaynakları olduğu için deniz yer yer soğuk oluyormuş. Geçen hafta 5 gün boyunca oraya bir yunus gelmiş. Bu ufaklıklar da onunla yüzmüşler hep. O yüzden buraya geliyorlarmış hep gene yunus gelse de yüzsek diye. Yunus görmedik ama denizde sürü halinde yüzen arılar gördük. Necla yüzerken görmeden sürüye katıldı ve kulağının arkasından soktu arılardan biri onu. Neyse hemen iğneyi çıkarıp ilaç sürdük. Bu sayede şişip 3. bir kulağa sahip olmadan atlattı olayı. Ama aramızda birinin 3. bir kulak memesi oldu. Ormanda Eray’ ı tanımlayamadığımız bir haşere soktu ve kulak memesi oldu bir balon :) Henüz tam iyileşmiş değil. Ben de tuzdan isilik oldum. Bacak aram ve koltuk altlarım. O yüzden yeni sünnet olmuş kabadayılar gibi yürüdüm bir müddet. Zeynebimin güzel tenini sinekler ısırdı her tarafı şişti. Haşerat kurbanı olarak döndük ormandan ama çok eğlendik. Dönüşte Rüzgar Cafe' de çay içip kite surf yapanları izledik. Akyaka’ nın bir özelliği de ‘kite surf ‘merkezi olması… Aklınızda bulunsun.
Dediler ki akşam mutlaka Azmak boyunca sıralanan balıkçılarda balık yiyin. Zaten gündüz dereyi gezerken gözümüze bir yeri kestirmiştik. Kordon Restaurant sanırım oranın en güzel yeri. Diğer restaurantlar dere kenarına set çekmişler ama Kordon’ da hemen derenin kenarında oturuyosun. Daha salaş bir yer. Ve kesinlikle daha doğal :) Mezelerden bahsetmeyeceğim, tadı damağımızda kaldı. Bir de garsonlar çok kibar ve iyiydiler. Balığımızı ayıkladılar , şımardık :) 2 gece üst üste oraya gittik. Her iki gece de Zeynom benim karşımda oturma gafletine bulundu. "Why do you dep me?" :) Haaa bir de en önemli konu Azmak' ın sivrisinekleri. Ekşi' de dedikleri gibi ultrasonik sivrisinekler var. Görünmüyorlar ve hiçbir engel de tanımıyorlar. Gömleğin üstünden, topuğun altından, heryerden ısırabiliyorlar. Bir de ısırıkları normal bir sinek ısırığı gibi hemen geçmiyor günlerce kaşınıyor ve şiştikçe de şişiyor. OFF sıkıp gitmek şart.
Ertesi gün Akyaka tekne turu yaptık. Bu sefer özel değil public :) Komik ama güzeldi. Yüzdük de yüzdük. Lacivert koyuna bayıldık, Sedir adasında nostalji yaptık. Bu arada Sedir adasındaki kum oluşumunun yavaşlamaması için sahil kısmını insanlara kapatmışlar. Sadece denizdeyken o kumu deneyimleyebiliyorsunuz. Ne gibi bir deneyimse artık bilemicem :) Biz peeling olarak deneyimledik :)

2. gecemizin Kordon macerasını anlatmayı unutuyordum az kalsın. Derede ördek ve kazlar var haliyle. Ve bunlar 2 kabileye ayrılmışlar. Biri derenin bir tarafında, diğeri diğer tarafında duruyor. Kesinlikle birbirlerinin bölgelerine girmiyorlar. Biz de bunlara yiyecek atıyorduk ama hep bizim taraftakiler kapıyordu. Diğer taraftaki kabile için üzülüyorduk ama bir türlü onlara denk getiremiyorduk. İkinci gece bunu kafaya koyan Necla daha gecenin başında ekmekleri ufalayıp uzaklara atma ve diğer kabileyi besleme çalışmalarına başladı. Her ne kadar Zeyno kabilelerin bu gece yer değiştirdiğini iddia etse de hayat o kadar adil değildi. Hatta bazı insanlar için hiç hiç adil değildi… Necla ekmekleri uzağa atmak için abandığı bir sırada hızını alamayıp sekti ve bir anda elindekileri arka masada oturan beyfendiye fırlattı. Havadan ekmek yağan adam ne olduğunu anlamadan birden irkildi ve kollarını iki yana açıp noluyo oldu :) Bizim kopmamıza paralel Necla güç bela özür diledi ve o andan sonra bütün gece hep ama hep güldük, o yüzden pek sohbetli bir akşam olmadı. Havada uçan ekmek parçaları ve adamın hali gözümün önünden gitmiyor. Tabi Eray’ ın tuz biber espirileri de havada uçtu. Adamın ördekliğinden tut , adamın ekmeğe yağ sürüp geri göndermesinden korkmalarımıza kadar güldük de güldük… İnsan modunda olunca espiri bahane, hep gülüyor, herşeye gülüyor ;)

Neyse çok rezil olmadan ayrıldık Akyaka’ dan. Bu noktada Zeynep ve Necla ile de yollarımız ayrıldı. Onlar Datça’ ya yöneldiler, biz Marmaris’ e… Valizleri ile giderken arkalarından baktığımda duygulandım çok… Bilmem ondan mıdır ama hüznüme yakışır bir veda edememiştim onlar giderken… İçimde kalmıştı. Oradan sonra biz Marmaris’ e gittiğimizde , çayla ilk sigaramı yakmak için paketi açtığımda içinde Zeynomdan kalan son mentollü sigarayı gördüğümde tutamadım kendimi, bir burukluk geldi önce dudaklarım titredi sonra gözyaşlarım aktı… İnsan böyle bir şey için ağlar mı? Erayım iyi ki alışkın bu hallere. Yoksa insan Zeynomdan kalan son sigaramı içeyim derken hüngürder mi? Mantık aramaya kalksan bu duygulanmalarda mıçarsın. Hiiiç uğraşmamak lazım bazen kadınların bu hüzünleriyle… Ben de açıklayamıyorum işte. Ne biliim tatilde bir başka sevdim onları… Anlatamam, gösteremem…
Daha nice tatillere gideriz inşallah…
Biliyorum uzun oldu bu yazı ama son olarak Marmaris’ ten de bahsetmem lazım. Zaten daha önceden bildiğimiz bir yer. Hatta Eray’ ın askerlik sebebiyle 9 ayını geçirdiği bir yer. Az kıskanmadım zamanında onu. Nedenini gidenler bilir :) Gitmeyenler için ise tahmin etmesi zor olmasa gerek…
Marmaris’ te 1 gece kalalım istedik, hem Eray eskileri hatırlasın askerlik anıları canlansın ;) hem de ciddi bir gece hayatı olayını tadalım uzun aradan sonra dedik. Bir de annemleri tekrar görmüş olacaktık. Bir taşla bilmem kaç kuş işte…
Gece oldu 12 gibi odaya gidip gece kostümlerimizi giydikten sonra gittik barlar sokağına… İlk girdiğimiz yer oranın en isim yapmış klubü… Ya da daha çok disko diyiim… İçeri girer girmez garsonlar çekiştirmeye başladı buraya masa koyalım, yok buraya oturun filan. Sonra bir yer seçtik ve orada durduk. Eray hemen bir garsonu görüp bira istedi. O anda dakka 1 gol 1 de oldu. Başka bir garson sipariş verdiğimiz garsonu tutup çekip dövmeye başladı. Sonra bodyguard lar filan. Ama kavga devam. Garsonları dışarı çıkarmadılar. Biri önde diğeri arkada bir kovalamaca sövmece. Aralarında da bodyguard. Saldırgan olan eline ne geçerse alıyo ve diğer garsona atmaya çalışıyo. En son bizim masadaki mumluğu alıp havaya kaldırınca ben de sövmeye başlayıp başka masaya doğru ilerledim. Hemen başka garson geldi ne içersiniz diye sordu. Masanın konumu çok güzeldi, herkesi tepeden görebiliyordun. Biz bira diyince adam masamızı değiştirmemizi istedi. Neden? Çünkü bu masaya gelecek var. Hadi canıııım :) Neyse inanmış gibi yapıp masa değiştirdik. Kısacası birkaç(yüz) tane Rus poposu görücez diye adam yerine konmamayı göze aldık :) Aslında şu ilk girişteki kavga olayını saymazsak Amy’ nin idealindeki dünya barışı Marmaris diskolarında sağlanmış durumda. Her milletten özellikle de Rusya ve İngiltere’ den insanlarla insanlarımız içiçe dışdışa önöne arkaarkaya bacakomza vs… Herkes savaşma seviş modunda. Budur işte… Barışı yanlış yerde arıyo tüm aktivistler. Bulan bulmuş barışı çoktan :) Aaaaa bu arada aklıma geldi Barış’ ı da bir Rus buldu ;) Allah tamamına erdirsin inşallah :)

Neysem Rusça disko şarkıları eşliğinde izledik etrafı, popoları filan derken rahmetli Michael Jackson’ dan “they don’t really care about us” çalmaya başladı. Herkes hep bir ağızdan söylüyor. Bu deli ironiye daha fazla katlanamadan çıktık oradan. Başka bir yere gittik. Hepsi bir aslında ama kalite farkı var gene de. İlk gittiğimiz yer tam anlamıyla Allah = para iken bu yer daha bir eğlenceye odaklanmıştı. En başta da DJ’ ler. 3 DJ vardı her biri birbirinden mutlu. Aman aman görmeniz lazım. Saniye durmadılar kahkahalar şaklabanlıklar filan… Bu mekanı daha çok sevmemin bir diğer sebebi ise muhteşem bir Drag Queen olması. Adam çok güzel dansediyor bayıldımmmm. Size de bir parça koydum. Gerçi dansının en durağan kısmını kaydetmişim , diğer dakikalarda büyülendiğim için heralde.

E ben bunu bu kadar beğenince 2. Dansından sonra tutamadım kendimi ve yanına gidip foto çektirdim :) Ahanda bu :) Boy farkına bakar mısınız :)
Neyse başka da bir mekana uğramadan sonlandırdık orada geceyi. Saat 3 buçuk filandı sanırım. Barlar sokağından geçerken 2-3 tane de rock bar gördüm. Şaşırdım :) Orada rock bara gidecek bir tane bile tip görmedim. Zaten rock barların hepsi de boştu :)
Geceyi sohbetle daha da uzatıp 2 saat uyku sonrası kalkıp kahvaltı ettikten sonra gene yola düştük. İlk durağımız Alaçatı’ ya döndük gene. Son tatil günümüzü orada geçirelim istedik. Hem kum beach ve o güzel midye dolmaları yemek için, hem de gece Babylon’ da Nil Karaibrahimgil konserine gitmek için. Çok güzel bir son gündü… Yorgun ama mutlu kocaman uyku sonrası yola koyulduk. Evimize, eşsiz İstanbul’ umuza dönmek üzere…
İstanbul’ u özlemişim… Tüm özleyenlerin geri dönebilmesi dileklerimle ;)

Öpücükler…

Salı, Ağustos 18, 2009

Babylon Alaçatı...

Bunu yazmazsam olmaz... Hem ilk geldiğimiz gece Teoman konserinde mekana hasta oldum hem de bugün denize girmek için gittiğimizde... Herşeyden önce : they know what music is. En en önemlisi bu tabi. Ondan sonra they know what mojito is and they know what sunset is... Çok profesyoneller. Teoman konserinde binlerce kişi vardı ama ne girişte ne çıkışta kargaşa olmadı. Tuvaletlerde kuyruklar yoktu ve tertemizdi. Bira almak için barda savaşmak zorunda kalmak yoktu... Ve o açık mekanda yani kumsalda, Alaçatı' nın meşhur rüzgarında ses dağılmadan canlı müzik dinlenebiliyordu...

Gündüz olayına gelirsek, bir plajda olabilecek ihtiyaçların hepsine pratik bir çözüm bulmuşlar. Biz eğlenelim, dinlenelim, keyif yapalım diye herşey düşünülmüş. Ama lükse de kaçmak yok. Hiçbirşeyin abartısı yok... Öyle bangır bangır müzik de yok. Yemekler de güzel. içecekler şişede içi buzla dolu teneke bir kovada geliyor. Sonra Eray gibi haylazlar o teneke kova içindeki buzlarla sevgililerini ürpertiyorlar :)

En güzeli de akşam 5' ten sonra başlayan olay. Şöyle ki, The Cuban Brothers diye Kübalı sevimli abiler müzik yapıyor. Bu arada da barın oradaki pistte bir dans furyası başlıyor. Kıvrak bir abimiz önde, herkes onun yaptığı hareketleri yapmaya çalışıyor. Sonra dans edenler zaten abiyi iplemeyip kendi hallerinde çılgınca dansediyorlar. Hep onlar diyorum ama sonunda biz de dayanamayıp ucundan katıldık kendi çapımızda :) 2 yaşındaki bebekten tutun köpekler bile dansediyor :) Bu arada asıl bu gazı veren sanırım barmenlerin masraftan kaçınmayarak hazırladıkları mojitolar... Şimdiye kadar içtiğim en güzel mojitoyu Babylon yapıyor...

Güneş batıyor ve sonra da bir sakinlik ve ufku seyrederek dinlediğimiz o dinlendirici müzikler... Kimi denizde hala dansediyor, kimi balık tutuyor kimi uyuyor kimi barda sohbet ediyor... Bense denizi ve o güzel eflatun rengi gökyüzünü izleyerek , müzik ve hayat bu kadar mı birbirini tamamlar diyorum...

Neyse ben sabaha kadar överim burayı :) En iyisi sezon bitmeden gelip görmek... Biz tatilin Çeşme kısmını şimdiden uzattık bile :)

Bu arada Babylon' u övüp durdum ama bu akşam muhteşem yemekler yediğimiz Şişarka' yı da unutmamak lazım. Bir ara Jamie' nin mutfakta olabileceğinden şüphe ettim. Köşe Kahve' deki Truffle da ölmeden yenilmesi gerekenlerden... Eray da meşhur sakızlı kahveyi tattı ve tanımı koydu ortaya : Baycan koymuşlar lan kahveye !

Cumartesi, Ağustos 15, 2009

Alaçatı ve otel...


Daha ne olsun... 7 saatlik yolculuk sonunda çimlerin üstünde yayılmış, güzel müzikler eşliğinde çayım sigaram ve minibook' umla keyif çatmaktayım... Müzik o kadar güzel ki, hem Ağustos böceklerini de duyabiliyorum... Yanıbaşımda palmiyeler, günbatımı ve serin bir rüzgar...
Eray uyuyor :)
Şşşşş keyif buuuu :) Keyif dedim de aklıma geldi. Yolda şöyle bir diyalog oldu. İzmir Çeşme ayrımında ışıklarda dururken ben oooh Papatya diye Teoman' a eşlik edip hülyalara dalmışken Eray yan arabada hepsi birden kuruyemiş yiyen 4 kişilik aileyi gösterdi ve sonra şöyle birşey duydum Eray' dan :

- kabuklu mudur acaba?
eğilip baktım ve :
- yoo sanırım leblebi ya da fındık

Eray tarafında bu diyalog şöyle olmuş :

- mutluluk bu mudur acaba?
- yoo sanırım leblebi ya da fındık

Yol sarhoşluğuma verdim :) Tabi Eray' ın fındık yiyen aileye bakıp bunu mutlulukla özdeşleştirmesi de ayrı bir tür sarhoşluk olmalı...

Muck

On the road... Doğa mı şehir mi?


Hiçbir girizgah yapmakla uğraşamayacağım çünkü hemen ve hemen söylemek istediğim şey şu : iyi ki bir minibook um var :) Bu sayede yoldayken bile açıp blog yazabiliyorum. Bir de deminden beri bunun farkında diildim ve kendi kendime keşke defter kalem alsaydım blog yazardım diyip duruyordum.

Eskiden Tolga ile gittiğimiz kamp yolculuklarında hep yazardık, seyahat günlüğü gibi bir şey. Hatta Tolga bir dönem seyahat öncesi de bir yazı hazırlardı bizi gaza getirmek için. Aradan artık 15 yıl mı geçti bilmiyorum ama yine öyle bir heves ettim yazmak için. Hem de bu yolculuğun benim için şöyle bir özelliği var : plansız programsız canımız nereye isterse diye çıktık yola…Ege' ye doğru… Aslında deniz üstünde yapmak istiyordum bunu ama olmadı işte… Neyse seneye inşallah ;)

Her yolculuğun bir albümü ya da şarkısı vardır ya, bu yolculuğun da benim için şarkısı muhteşem bir şarkı olan Fleet Foxes – Mykonos olacak sanırsam… Bir sürü Cd hazırladım. Arada nostalji de var. Mesela şunun gibi :

Talk to me softly there’ s something in your eyes
Don’t hang your head in sorrow and please don’ t cry...


ya da

Denize açıldım sevmeye sevilmeye
Anladım sevmek gibisi yok...

Kocacım araba kullanıyo haliyle :) Halinden de memnun gibi. Metallica’ nın Black Dog cover’ ı eşliğinde Akhisar’ a gelmek üzereyiz. Evet evet Susurluk’ ta tost yedik ama sanırım bu inatçı geleneğe artık bir son vermek istiyorum çünkü ağzımın içi kıtır tost ekmeği yüzünden yara oldu :(

Şu an VINN ya da Connect Card gibi ürünlerim olmadığından yazımı post edemeyeceğim ama Çeşme' ye varır varmaz ederim. (fotoları edemicem çünkü salak gibi aktarım kablosunu almamışım :( belki cepten çektiklerimi post ederim.)

Bu arada ilk durağımız Çeşme olsun istedik çünkü Eray’ la çıktığımız ilk tatilde de gittiğimiz yerlerden biriydi ve çok komik anılarımız var orada… Kısa zaman içinde Çeşme çok değişmiş , ciks olmuş iyice diye duydum / okudum.. Sörf çılgınlığı sarmış hobi tutkunu (!?) gençliği ve orta yaşı… Otel fiyatları filan uçuk. Gidip göriciiz bakalım. Aslında bence sırf Babylon – Alaçatı için bile gidilir. Kumsalda bir Babylon… Kulağa rüya gibi geliyor. Bizim Çeşme’ ye gideceğimizi duyan eski yol arkadaşımız Teoman da bu gece Babylon Alaçatı’ da çıkmaya karar vermiş. E şimdi gitmemek olmaz…

Bu arada bu ‘neden Çeşme’ konusundan yola çıkarak birşeyi daha ortaya koymak istiyorum. Hani insan hayatı boyunca kendini tanımaya devam eder ya, ben kendimle ilgili birşeyden daha emin oldum. Hani Ege' nin el değmemiş muhteşem sahil köyleri , doğal yerler dururken neden canım hep Çeşme , Bodrum gibi yerleri istiyor? Sanırım ben doğanın yaptıklarından / sunduklarından çok doğaya 180 derece zıt giden insanoğlunun yaptıklarından / sunduklarından hoşlanıyorum. Bu doğaya karşı gidiş etkiliyor beni. Bu noktada 2 tane etiket almışımdır hemen : konformist ve doğaya saygısız. Valla şehir karmaşasına konfor deniliyorsa evet konformist doğru etiket. Müzik, dans, insanlarla ilişki içinde olmak doğaya saygısızlıksa ok o da doğru etiket… Ben gürültüyü, müziği, insanları seviyorum… Evet dinlenmeye ve yalnızlığa da ihtiyacım oluyor. Onu da bu yolculukta Bozburun, Palamutbükü, Akyaka gibi yerlerle becermeye çalışıcaz bakalım… Eğer canımız isterse ;)

Bu arada bugün bizimle aynı saatlerde Amy de Polonya’ dan Kanada’ ya doğru yola çıktı. Tolgacım yine yalnız bir kış bekliyor seni ama merak etme son yalnız kışın ;) Hem bu sene daha bir dışa dönük olacağını umuyorum. THY millerimizi karşılıklı değerlendirelim bu kış :)

Eraycım da MJ ile coştu bu arada. Ama coşulmiicak gibi diil yani. Hadi ben de ona katılıyorum.
Let’s BEAT IT !!!

Pazartesi, Haziran 22, 2009

Bir Sebebi Olmalı...

Taksim, sabaha karşı 4 suları. İstiklal üzerinde 18 yaşlarında zıpır zıpır percing' li miercing' li 3 genç önümüze çıkarlar ve...

Çocuk : Sizinle fotoğraf çektirebilir miyiz?
Eray : HAYIR
Çocuk : Neden?
Eray : ... (yürümeye devam eder)
Çocuk : Bir sebebi olmalı ama yaaa....

Çok güldüm... Çok tatlıydı çocuk. Neden fotoğraf çektirmek istedi bilmiyorum ama sonra çok acıklı bir sesle bir sebebi olmalı yaa diyince üzüldüm... Bir sebep bulup anlatmak istedim... Ama tabi sebepsizce ve de edepsizce gülerek yürümeye devam ettik :)

Neyse o saatlerde neden oradaydık peki? Eskiden olsa normaldi ama son senelerde artık öyle sabaha kadar barlarda kalacak ne isteğimiz ne de halimiz oluyor... Ev hali, uyuşukluk daha bir çekici geliyor. Ama kıçımızı kaldırıp da bir arkadaşımızın doğumgünü vesilesiyle kendimizi zorlayıp gittiğimiz o gece, Taksim gecelerimiz arasında en unutulmazlardan biri oldu :)

Gidişte sırf köprü geçme kısmı bile 1 buçuk saat süren yolculuk bizi Taksim' e gitmeye yine tövbe ettirdi... Ama iyi ki gitmişiz :)

İlk başta gittiğimiz arkadaşımızın doğumgünü güzel ve hijyenik bir mekandaydı. Kutladık, pasta kestik, fotolar çekildi, eğlenildi ve makul bir saatte de çıktık. Herşey normal. Sonra Melkon' un bir arkadaşının bir partisi vardı oraya uğrayalım dedik. Bu arada İstiklal' de Balo Sokağın paralelinde, daha doğrusu o sokakla çatal yapan dar bir sokak vardır. O sokak çıldırmış. Sakın girmeyin. Artık orası bir sokak değil bir mekan olmuş. Sadece masalar var ve de oldukça yüksek volume' lu canlı Türk pop müziği eşliğinde delilerrrrr gibi dans eden insanlar. Bir an ezileceğimi filan sandım. Kalabalık, stadyum konseri saha içi hengamesinden halliceydi.

Neyse Balo Sokak' tan biraz aşağı yürüdük ve adının hiçbiryerde yazılı olduğunu görmediğim bir mekana geldik. Mekan adını vermek istemiyorum (bir sebebi olmalı ama yaaa) :)

Merdivenleri (sanırım 4 - 5 kat) çıktık ve ev gibi bir yere geldik (ya da ben öyle hatırlıyorum). 10-15 kişi filan vardı hiçbirini tanımıyoruz filan derken Orkun' u gördük. Karşılıklı bir algı komedisi yaşayıp kopunca doğru yere geldiğimize emin olduk. Didem’ i de görünce tamam yanlış olamaz dedik. Balkon kısmı olduğunu sonradan öğrendiğim yerden, yapraklar dallar arasından da Melkon çıkınca tamam herşey yolunda dedik.

Melkon herzamanki gibi yüzünü görünce mutlu olasın gelen bir insan. Hemen mutlu olduk biz de :) 'Melkon abi hani çalışacaktın' diyen birilerini duyunca eyvah dedim, burada ağır iş var yardım edeyim Melkon' a. O da hemen atladı tabi. Ülkenin en iyi emekçisi burada diye beni lanse edip (ya da gaza getirip) oturttu bir yere. Sonra gelsin kahkaha gitsin gümbürtü.

Parti sahibi Melkonların okuldan bir arkadaşıydı. Yurtdışında yaşıyor ve İstanbul ziyareti sonrası bir veda partisi yapıyormuş. Biz parti sonuna kadar bunu hoşgeldin partisi sanıyorduk. Olsun ne farkeder. Alkolün ortak paydaş ve sosyal bir tutkal olduğu yerde sebeplerin / bahanelerin bir önemi kalmıyor...

Birbirini direkt olarak tanımayan ancak arkadaşın arkadaşı şeklinde bağlantı kurulabilecek insanlar topluluğuyduk o gece... Çok eğlendik. Bir eksiğimiz vardı : Banu’ cum. Marvin’ in kuduz aşıları sebebiyle gelemedi :( Banucuuuuuuuuuuuum bir daha ki sefere sen, Marvin ve kediler de gelsin lütfen...

Bilmem artık eğlencemize katkıda bulunan özel kişiler sayesinde mi yoksa bu şekilde 'relax' bir ortam oluşturan kişiler sayesinde mi ama genelde gülmekten karınlarımızı tuttuğumuz, Taksim ve dolayısıyla İstanbul'un gürültülü havasını soluduğumuz, şehir ışıkları yüzünden yıldızları gözükmeyen gökyüzüne bakıp hayat güzel diye içimizden geçirdiğimiz, Bubbles' ın Kiev maceraları, Melkonların sürreal evdeki objelerle ilgili maceraları ile süslü , kısacası dolu dolu eğlenceli bir gece oldu...

Melkon' a daveti, parti sahibine misafirperverliği, kuzenine paylaşımı, mekandaki garsona sabrı ve oradaki herkese candanlığı için çok teşekkürler...

Geceden bazı parçaları aşağıya atıyorum...
Keyif paylaşılmalıdır ;)

- “and your name was?”

- CD’ ler sadece plastikten mi yapılır sorunsalı --> elektronik mühendisine sormayı unuttuk

- İşyerinden arkadaş sürprizi

- Melkon' un gene yanlış anlattığı ve gecenin sonunda doğruyu öğrenmemizle yarılmamıza sebep olan media rug - movie rug paradoksu

- Prototip koltuk üzerindeki durum toparlamalar

- Çivi koltuk ve çivinin ne olduğu tartışmaları --> ucu sivri olmayınca çivi olmazmış

- "abi biz iyiyiz o zaman"

- Kiev' e giden Bubbles’ ın Ikea' ya gittiğini sanıp hikayeleri öyle dinlemek şeklinde yanlış anlamalar

- ALES' e girecek öğrencilerin gecenin sonunda ‘alles gut’ olmaları

- Melkon' un sadece 1 yudum alıp sonra izini kaybettiği biralar

- Ortak paylaşım biraları

- Melkon - plasma küre yakınlaşması

- Headliner hakkı

- Saksıda keçi boku arama operasyonu --> bununla ilgili şüpheye düşmek bile istemiyorum :)

- "kulak olayını anlatacaktın Melkon" --> anlatmaya başladı da anlatabildi mi hatırlamıyorum :)

- Mekanda bizden başka kimse kalmadığı ve huzura ermeye az kala bir anda garsonun gelip: "bişi sorcam, hesabı siz mi ödiceksiniz?" diyerek bizi ayıltması....

- Şampiyon’ da kokoreç , Bambi’ de de ‘olabilecek herşey’ tıkınmaları

- Foto isteyen çocuklar

- Eve gelip yılın en uzun gününe doğan güneşin doğuşunu kutlamamız

- Ve mutlu uyku...
....

Bir Tutam Tuz...


Haneke' yi özledim... Haneke' li günleri. Çok haz aldığım filmleri.. Neyse ki yaz sonu hüznünü hissettirmeyecek filmler gelecek. Michael Haneke , Lars Von Trier, Quentin Tarantino vs...

DM gibi 12 albümü olan ve albümlerindeki neredeyse tüm şarkıları güzel olan bir grubun hayranı olduğum için şanslı olduğumu düşündüm demin. Çünkü bir şarkıyı n defa dinlerseniz sıkılırsınız. DM için de bu böyle tabi ama dinleyebileceğiniz 200 şarkı varsa sıkıldıklarınızı bi 8-9 ay dinlemeden oyalanabiliyorsunuz diğerleriyle. Sonra ilk sıkıldıklarınıza tekrar döndüğünüzde 'ahhh evvvettt' oluyorsunuz... Çünkü güzeller ve özlemişsiniz...

Bir süredir yok dizdir yok diştir yok tiroittir yok astımdır vs derken sıkıldım. Hiçbir sağlık sorunu yaşamamış ve yaşamayan insanların hayatlarını merak etmekteyim. Ne kadar şanslı olduklarının farkındalar mı acaba? Bütün bunlar sırasında hastanelerde orda burda daha ciddi sorunlarla cebelleşen insanları gördükçe ben şanslı olduğumu düşünüp mızmızlanmama antrenmanlarına başladım. Hayatın ve sağlığın değeri hiçbirşeyle kıyaslanamaz.
Bir arkadaşımın bir lafı geldi aklıma. Öncelerde çalıştığım bir işyerinde 4. kata çıkmak için asansör beklerken bize gelip : "Aaa hadi canım merdivenden çıkıverin. Yürüyebiliyorken kullanın bacaklarınızı..." demişti... Ne kadar haklı di mi?

İş güç - hadi biliyoruz hepsi yalan , bile bile yiyor yutuyoruz da ne zaman hazmedebilicez bilmiyorum. Bekliyorum... Varsa bu hayatın sodası, içmek istiyorum...

Alaladelik diye bir taht var... Kendimi oraya rahatça oturtabilsem o zaman sorun kalmicak. Ondan sonra vur patlasın çal oynasın :)

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Personal Oxygen

Kaçmak o kadar da kolay değil... Hatta neredeyse mümkün değil. Kaçıp gittiğin yerde de yine bu düzen, yine bu dünya var.

'Medeniyet'in içine doğmuş çocuklarız biz. Ama henüz bunu sindirememiş jenerasyonlarız. Kapitalist düzen kölelerini sakınmadan çekinmeden damgalayıp bir kenara koymayı tamamladığı, insan haklarının sadece belli bir topluluk için geçerli olduğu resmen kabul edildiği gün sindirmiş ve sindirilmiş olacağız.

İnsanlığımızdan bu kadar uzaklaştığımız bir medeniyet bizi buraya götürecek elbette... Ne bekliyorduk ki? Yapay hava soluduğumuz konforlu ofislerimizde ve kredi ile alınmış apartman dairelerimizde, arabalarımızda etliye sütlüye karışmadan yaşarken kendi hijyenik küçük dünyamızın birer medeni efendisi olduğumuzu mu zannediyoruz yoksa? "Kariyer de yaparım çocuk da" sloganını idealimizmiş gibi benimseyerek , gaza gelip çocuklar doğurup sonra da o çocuklara bakamayıp, para ile baktırdığımız kendi çocukları yalnız annelerin işvereni değil miyiz biz? Kısacası kendine köle satın alan köleler değil miyiz? Örnek olarak gösterdiğim bu konu çok ironik aslında. Ne kariyer sahibi ebeveynler kendi çocuklarıyla birlikte ne de bu çocukların bakıcıları... Çocukların bir el değiştirmesi daha doğrusu birer el kayması söz konusu... Bunun sonucunda da ne sen mutlu, ne ben, ne de çocuklar...

Örnek bir kenarda kalsın, ben düşünmeye devam edeyim... Şu insanlıktan dolayısıyla da insanlardan uzaklaşmak konusu en çok acıtıyor beni. Biz kariyer sahibi medeni insanları biraraya getirsen bir bok etmeyiz. Paramız olmadıktan sonra... Paramız varsa kolay... Böyle olunca insanın lanetler yağdırası kaçıp gidesi geliyor... Bankacıların klasik hayalleri filan : Bıktık bu hayattan canım. Aaaa kaçıp gidelim artık buralardan ! Küçük bir sahil kasabasında bahçeli bir vs vs diye gidiyor uzun uzun yazamayacağım, herkesin ezberinde var nasıl olsa.

Bu ezbere kaçıp gitmeyi gerçekten yapmak aslında hiç de kolay değil... Ne kaçmak, ne kalmak... Bir kere insan olmanın gerekliliklerini atmışız genlerimizden çoktan... E üstüne üstlük köle-efendi düzeni zaten her yerde... Bir de bu medeni halimizle birey olmaya o kadar körü körüne takmışız ki kafayı birarada olmayı zaten beceremiyoruz... İnsanlarda duygu denen bir şey olduğunu unutmuşuz hatırlatılsa da anlamıyoruz. Sadece kendi duygularımız var çünkü biz bireyiz. "Alanım var benim, ben bir bireyim. Oksijeni bile kişiselleştirdim."
Kişisel oksijen, kişisel hayat...

Sorunca da aslında yalnızlıktan hoşnutuz... E tabi ipodumuz laptopımız internetimiz vs de olacak... Yani insan ya da canlı olmasın da tüketen ve tüketebildiğimiz diğer herşey olabilir... Başta para... "Param ve ben" ile mutluyuz... Başka da bir seçenek bilmiyoruz, yaratamıyoruz... Çok da mümkün değil işte... Kurduğumuz düzen böyle çünkü...

Suya atılan tuz zerrecikleri gibiyiz. Çık da sen ben erimeyeceğim de... Bu yürekle ve bu insanlıktan uzak ruhla ZOR !

Dön evine al bilgisayarını aç müziğini bak cep telefonunun alarmından uyanmana kaç saat kaldığına ve otur blogunu yaz...

Ruh gözüne perde çek, ruhunu kör et ve yaşamaya devam et... Nasıl olsa birgün öleceksin... Uğruna öldüğün bir şey olmadan...

Mammoth (2009) - Lukas Moodysson

Teşekkürler (u)mutsuzluğumu anladığın için...

19.04.2009
Nişantaşı CityLife Cinema Cafe

Çarşamba, Nisan 01, 2009

2 seyircili DEV konser...U2 3D

Teknolojiye mi şükranlık duysam, müziğe mi, sinemaya mı bilemiyorum... Arada böyle beni şaşırtan, kalbimi hızlı hızlı çarptıran, bana gecenin bir yarısı blog yazdırtan heyecanlar ve deneyimler olmasa sebzeliği iyice benimseyeceğim. Şükür ki bunlar var...

Söz konusu deneyim U2 3D tabi ki... Bu deneyimin nasıl birşey olduğunu yazmayacağım çok fazla. Bono' nun yanağınızı okşayacak kadar dibinizde olması duygusunu tarif etmek zor :) E tabi bir de müziği... Dijital teknoloji çağı geyiklerine hiç girmeyeceğim zaten, o Tolga' nın işi :)

Canımmmm Bigeciğimle yaşadığımız bu U2 3D akşamı anımızı anlatacağım biraz... 1 hafta önceden karar verip Türkiye - İspanya maçının olduğu günü seçtik bu deneyim için. Milli duygularımız yok sanılmasın, haftasonu oynanan maçtan sonra rövanşın çok da keyifli olmayacağını düşündüğümden, Eray' ın da maça gidecek olmasından, evde de tek başıma maç seyretmeyeceğimi bildiğimden ve en önemlisi de maç saati her yerin boş olacağını bildiğimizden seçtik bu günü. İyi de etmişiz.

Palladium' daki gösterime gitmek için plan yaptık. Bigecim de taksim deki eğitiminden çıkıp gelecekti. 19:30 matinesi de süper olacaktı. O gün çok heyecan yaptım ben :) Konsere gidecek kadar olmasa bile konsere gider gibi heyecan yapıp gaza getirdim kendimi. Herkese ilan ettim gideceğimizi :) Bigecim de heyecan yapmış. Kısacası hevesimiz doruklarda...

Neysem işten çıkıp Palladium' a gittim. Bige de varınca biletleri almak için gişeye gittim. Gişedeki kızla aramda yaklaşık şöyle bir diyalog geçti:

- U2 3D 19:30 matinesine 2 bilet
- Teknik bir arıza sebebiyle gösterim olmayacak malesef
- Ehehehe 1 Nisan şakası di mi?
- Hayır
- Nasıl yaaa? Ciddi olamazsınız!
- Malesef
- Sonraki seans peki?
- Yok, bugün hiç gösterim olmayacak ama yarın olacak.
- !!!!!...@!?^#
Bige de duyunca benzer bir tepki verdi : ŞAKA !!!!

Sinirlerimizi bozmaya fırsat vermeden hemen Tepe Nautilus Cinebonus' u aradık. 19:45 seansı vardı. Yetişiriz dedik ama koşturmaca olmasın diye 21:45 seansına gidelim dedik. Nasıl olsa kocalarımız da maç ile oyalanacaklardı :) Orada da teknik bir arıza olup olmadığına emin olmak için gişeye bağlandım, bağlanmışken bir de rezervasyon yaptırdım.
Sonra gittik cook shop' ta rahat rahat yemek yedik, bırbırbır sohbet ettik, keyif çattık. Biraz da mağazaları dolaştık. E tabi bir iki bişiler de aldık. Alışveriş doğamız gereği napalım :)
Maç başladığında Tepe Nautilus' a doğru yoldaydık. Oh ne güzel yollar bomboş. Tepe Nautilus da öyleydi keza :) süper süper süper. Orada da bir güzel gezdik. Tepe Home' da 'yankee candle' ları kokladık , görevliler elektronik bölümündeki dev ekranlarda maç izliyorlardı bu arada :) Ve diğer tüm mağazalarda da öyle :) Sanki alışveriş merkezini boşaltmışlar gibiydi. Biz mağazalarda o bluz senin bu kemer benim bakınırken arkalardan maç sesleri geliyordu :) Dünyada tek gibiydik. süper süper süper :) Ama tabi sinemada da öyle olacağını düşünmemiştik.

Siz hiç hepsi birden terkedilmiş 6 sinema salonu gördünüz mü? :) Gişedeki kızların bize garip garip bakışlarından çakmalıydık :)

Sinema görevlileri de tabi toplanmış maç izliyorlar. Görevlilerden bir tanesi lütfen bize salonu açtı ve gözlüklerimizi verip kaçtı :)

- Tek biz mi varız salonda sayın görevli?
- Evet

Salona girdik ve işte o an çok güzeldi :) Nereye oturacağımızı şaşırdık, attık eşyaları, aldık ayak uzatma aparatlarını (aslında onlar koltuk yükseltici şşş). Yaaa bi sn oturmaya ne gerek var ayakta da izleriz canımız isterse :)

Bige bana teşekkür etti : rezervasyon yaptırdığın çok iyi olmuş duygucum :)))

Taktık gözlüklerimizi veeee Bonoooo... Aaaaaaaa ister istemez elimizi uzattık ikimiz de :) Duramıyor ki insan, dokunası geliyor. Çünkü Bono sana bakıp şarkı söylüyor, elini uzatıyor... Ellerini havaya kaldırmış seyirciler senin yanında, önünde, dibinde... Biliyorum 3D nasıl birşey hepimiz deneyimlemişizdir daha önce. Ama bu öyle böyle diil. Konser... Hem de devvv gibi bir U2 konseri.

O enerjiyi bilenler bilir. Dev stat 10.000 lerce kişinin enerjisi...
Kah oturarak kah ayakta, alkışlayarak, dans ederek izledik...
Çooooook güzeldi.


İyi ki maça denk gelen seansa gitmişiz gitmişiz Bigecim...
Keşke U2' yu TR' de canlı da izleyebilsek... Aslında daha doğrusu keşke insan haklarına gereken hassasiyet gösterilse ülkemizde de...

MUJX

Cuma, Mart 13, 2009

Bant...

Bu dergiyle beni ilk tanıştıran tabi ki sevgili Nietzsche Guevara olmuştu :) Yıl 2004' tü sanırım. İlk aldığımda dergiyi birşeye benzetememiştim. Ağırlıklı olarak müzik içeriğine sahip olmakla birlikte herşeyden bahsediyordu. O zamanlar kalıba sokamadığım, adlandıramadığım şeylere biraz ürkek yaklaşıyordum. Çünkü kendimi de etiketler olmadan ifade edemezdim çok. O yüzden dergiye de çok ısınamamıştım. Ve bir müddet almadım. Ama aylık dergilerimi alırken hep bir yandan gözüm Bant' ı da arar ve kapağına bir bakış atardım.

Aradan 3 yıl geçti... 2007 yılında bir gün bir kez daha deneyeyim diye aldım Bant dergisini. Sonuçta kapakları hep çok çekiciydi.

Ne güzel tesadüf ki o ay konu olarak seçtikleri şey benim de araştırmak istediğim ancak bir türlü vakit ayıramadığım bir konuydu. Şimdi bir çırpıda o konuyla ilgili bir çok bilgiye hatta bir çok farklı bakış açısına da erişmiştim. Ne güzel de oldu, o aydan itibaren sektirmeden aldım Bant dergisini.

Her ay da büyük bir keyifle okuyorum. Ciddiye alıyorum. Diğer aldığım bazı dergiler gibi resimleri ve başlık paragraflarını okuyup geçmiyorum. Her yazısı ayrı bir besin kaynağı...
Ben bu dergiden besleniyorum.

Yazımın başında da demiştim. Bir kalıba sokamam Bant'ı. Özgür ve "biricik" diyebilirim belki bir de sıradışı. Önemli bir diğer özelliği de bazı müzik gruplarını Türkiye' ye getirip bizlere canlı izleme şansını sağlıyor olması... Her sayısındaki kapak dizaynı değişik sanatçılara ait oluyor. O sayıda o sanatçıyı ve eserlerini de konu ediyorlar... Bu sayede dünyanın farklı yerlerinden bir sürü sanatçıyı tanıyoruz.

Belki görmüşsünüzdür, 50. özel sayısında konu ATATÜRK' tü. Her yerde okuduğumuz bildiğimiz şeylerden çok farklı yazılar vardı. Arşivlik bir sayıydı...
Kapaktaki portreyi Bant dergisi için çizen de Shepard Fairey adında bir sanatçı. "Fairey has created portraits – sometimes iconic and mythic, sometimes satirical and iconoclastic – of world leaders, skateboarders, musicians, authors, and dozens more. " Shepard Fairey 'nin eserlerinden örneklere ve bir röportaja yer verilmiş dergide.

Mart-Nisan sayısındaki kapak dizaynı da (yazımın ilk başında) artık abarmış olunca yazmadan, reklamını vermeden edemedim. Kapaktaki gördüğünüz foto birçok renkli kağıdın bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir eserin fotoğrafı. Derginin içerisinde bu hipnotik eserlerden daha çok var. Bu eserlerin sahibi Jen Stark. Sitesini de inceleyebilirsiniz : link

Bant' ın Mart-Nisan sayısının konusu da FATURA. Valla okuyunca benim sinirlerim tepeme çıktı. Sinirleriniz sağlamsa okuyun derim... Bu araştırma için dergi yazarlarına çok teşekkür ederim.

Derginin bir de sanal ortamda bir adresi var : link

Benzersiz ve çok özel bir dergi BANT...

Sevgiler...

Cumartesi, Mart 07, 2009

Kayıp Aranıyor !

:(
C.R.A.Z.Y. dvd' m kayıp !
Görenlerin en yakın zamanda bana haber vermesini rica ediyorum.

Ben bu filmi çok seviyorum. Arada koyup izlerim hep. Hatta blog' umda da yeri olmuştur filmin : link

Bu sabah da yağmurlu haftasonu + diş ameliyatımı bir türlü olamama + pms' i atlatıp mensturasyonumu yaşayamama sonucunda girdiğim bunalıma tek ilaç olacak olan bu filmi izleyeyim dedim... Ama yok.. Bulamıyorum :(
Bunalımıma bir bunalım daha eklenmiş oldu :(

"Çok çaresizim birisi bana yardıma gelebilir mi?" :)

Duygu the ÇILDIRAN...

Ayça Şen...

Keşke bu kız bizim arkadaş grubumuzda olsaydı... 7 Mart Radikal gazetesinde yazdığı yazıdan alıp şu aşağıya kopyaladığım paragraf bana bir OH dedirtti. Çünkü yalnız değildim bunalımımda...

.........

Ve kitabın bir yerinde, benim de bir süredir gurur duyduğum ‘hiçbir şekilde uç duygular yaşamamak, aşk, şevk, dengeleri tehlikeye sokacak herhangi bir gereksiz hassasiyet olayına girmemek’ dinamiğime ‘güüm’ diye bir açıklama yaptı : Bu, Amerika’nın içinde bulunduğu durumdu. Kapitalizm öyle bir içlerine işlemiş ki, sadece iş, maddi olarak hayatta kalmak, başarıyı yaptığın işlerle çerçevelemek ve bunun sonucunda aşktan, şevkten ve insanın doğasının ahlakına dair bütün değerlerin; mesela çalkantılı, alengirli, sonuçsuz, bireysel olarak eğiten ilişkilerin yok olması...
.........

Yazının tamamı için : link

DOT Bilsarda


Uzun zamandır DOT Tiyatrosu Vur / Yağmala / Yeniden turlarımız hakkında yazmak istiyordum. Derken sevgili Necla'm bir mail attı ve onun üzerine bana yazacak başka birşey kalmadı :)

Pazar sabahları DOT klasiği:
Cumartesi akşamı: Tüh! yarın DOT'a gidilecek
Pazar sabahı: Burcu hadi! geç kalacağız. Ya hala yine korkarak gidiyoruz ya, deli miyiz biz?
Hala hadi, yine geç kalıyoruz.

Arabaya binme, gözlüğü yukarda unutma, koşarak gidilip alınma.
Gülerek size bakan yeğeninizin müstehzi bakışlarından kaçınma.
Taksim park yerinde VIP'ye park etmek için çaba harcama.
Koşarak Starbucks'a varma ve o güzel kahve kokusunu içimize çekme.
Sıcacık koltuklarda canım arkadaşlarımın bir kısmı ile sanki kendi evimizin salonunda oturur gibi günaydınlaşma, yeme içme.

Şakalaşarak Bilsar binasına elimizde kahvelerle yürüme.
Bilsar'a varıp bakalım bu sefer burada oturanların hangileri oynayacak bugün diye etrafına bakınıp belki Serkan'ı görürürüz diye düşünme.
Bazen hiç bitmese isteme, bazen de çabuk bitse de beraber bir yerlerde otursak isteme.
Bitince oyunculuğa hayran olma.
Oyunu hayatımızdaki detaylarla özdeşleştirme.
Güzel bir şey seyretmenin üstelik de bunu en sevdiğin arkadaşlarınla yapmanın kıvancını hissetme.
Yine harika organizatörümüze şükran duyma.
Zeynebimin önerdiği hep güzel olan yerlerin birinde oturup lak lak yapma. (Bu sefer Eray sen ortaya oturacaksın hiç anlamam, ben de gülmek istiyorum, hem sen neden CC'desin?)
Sonra da evli evine köylü köyüne yapma...
Seviyorum DOT sabahlarını...